Bir Hocam
var,
bizimkiler
hikaye…
Bir
Hocam’dan Bir’i
Hocam’a,
hürmetle…
Üniversitenin
ilk senesiydi sanırım Hocam. Birkaç arkadaşla birlikte okula ziyaretinize gelmiştik.
Elimde bilgisayar çantası vardı. Görünce;
“Ne
o Mık Kırığı, mühendis mi oldun?” demiştiniz. Fakir de haddinde olmayarak
sizden satın aldığı cümlelerle;
“Estağfurullah
Hocam, çeyrek mühendisim henüz.” diye gaf etmiştim.
İşte
o günden, sizinle aynı karede ilk kez göründüğümüz bir fotoğrafımız vardı. O
fotoğrafı sanal dünyanın tehlikeli sularına salmıştım. Başkomutan’ın Tercümanı,
fakiri sizle aynı karede görünce, zâtıyla ilk karşılaştığımız yer olan Ziraat
Fakültesi’nin kantininde, tam bu noktada dünyadaki tüm çocukların Emmisi’nin
kulaklarını çınlatmış olalım, kolumdan tutup;
“Lan
ede sen Hocam’ı nerden tanıyorsun?” diye sual ettiydi. Ben de serbest
konuşmanın en serbestiyle;
“Dört
yıl dizinin dibinde yetiştim abi.” diyerek meşhur gaflarımdan birini etmiştim. Sonra
bunla doymadım elbette, Bir Hocam’dan Bir’inin “Kişisel Gelişmeyin” başlıklı
muhabbetinin ardından çay içerken, Udeba’nın aynı suali etmesi üzerine en
serbest konuşmanın da en serbestiyle;
“Dört
yıl dizinin dibinde yetiştim Hocam.” demiştim.
Bu
söz tuttu ensemden, Dükkân’da, kapının arkasındaki köşeye, kapı zilinin altına
oturttu. Köyden “yarın” gelmiş gibi oldum oraya oturunca…
Çok
şey öğrendim…
Hüzün
diye bir şey varmış. Başkomutan, Hüzün’e, Yunusleyin Anlamak dedikten sonra,
Hüzün: Bir Çıtırık Yol diye de ekler.
Dert
varmış: Bir Hocam’ın uyanınca kurtulacak memleketin derdini çekmek varmış.
Gurbeti yalnızca memleketinden uzakta kalmak
diye bilirdim. Fakat Hocam, bir gördüm ki yakın gurbet, uzak gurbet varmış.
Hele bir de dost gurbeti varmış ki, azapmış. Dostu olan bilirmiş tabi, olmayan
hissetmezmiş, yalnızlık konulu zâtınıza ilettiğim mektubuma ithafen...
Sahiden
dost diye bir şey daha varmış.
Dostperest
olmak varmış.
Dostun
kapısını aşındırmak, dostun çayını, tütününü içmek varmış. Dostun tütünüyle
yanmak diye bir şey varmış ki hayatımda bunu yaşamamı nasip eden Allah’a bir
kez daha şükürler olsun.
Fikir
diye bir şey varmış…
Çoğulu
efkârmış.
Efkârlanınca
hüzünlenirmiş insan, derdinin dermanını bulduğu şol hüzne kavuşurmuş.
Yüreğim
varmış; ama o zamana kadar hiç yanıma almazmışım. Oraya oturunca yüreğimi de
yanıma almışım.
Türkü
varmış. Sadra şifa olan, Türküdâr’ın bağlamayı parça parça edermiş gibi çaldığı
bin miligramlık türküler… Acaba parça parça olan bizler miydik de bağlamayı
kendimize siper mi ettik? Hançere kelimesinin insan vücuduna bürünmüş hâlini
oraya oturduğumda gördüm. Hatîb-i Dükkân, “Türk babaları kahramandır.” sözünün
sahibi, hançeresiyle Dükkân’ın sesi, hançeresiymiş. Onun sayesinde şiir neymiş,
yazı neymiş, konuşmak neymiş, gözümüzle gördük, kalbimizle inandık, dilimizle
tasdik ettik. Sadece elimizle amel etmedik. Aynı zamanda zât-ı âlileri GDH’nin
ve H.O.Ş.T.’un şeyhi olurlarmış.
Daha
çokça şey gördüm, çokça şey yaşadım da Hocam, kötü kalemimle o bahtiyarlığımı
ziyan etmek istemem. Ama şunları demezsem de içim rahat etmez; Çürüklerimin
tedavisi bulundu ama tedaviyi hak edemedim Hocam. Dükkân hak edenlerin
yeriymiş. Demek ki sen de Dükkân’mışsın ki senin de taleben olamamışım. Dükkân
hak talebelerinin yeriymiş.
Başkomutan’ın
deyişiyle;
“Hayat
bir sızı, Dükkân bir sızı, çay bir sızı, fikir bir sızı, yazı ve şiir bir sızı,
yürek bir sızı, türküler bir sızı, dost bir sızı, bu ülke ve millet bir sızı..”
Hasret
ve muhabbetle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder