"TAŞLARA DOKUNAN SESLER" / Şeyhşamil EJDERHA


"Bu taşların sahibini bulana dek albenisi olan ve birbirine usulca dokunan sesleri toplayıp bir cümle haline getirmeye karar verdim. Bu taşların sesinde bulacaktım bunları bin bir köşeye dağıtmış olan birini…" 

Tanıdık geldi mi? Sanki aşinayız her birimiz bu sözlere ya da sözle anlatılan akıl ile idrak edilmeye çalışılan bu fikre. Hangimizin amacı bu değil ki! Her birimiz daha dünyaya geldiğimiz ilk an da dağıtıyoruz heybemizdeki taşları. Peki ya sonra… Sonrası aynı; farklıymış gibi görünen ama muhtevasında bir olan binlerce hikâye. Hangimizin amacı bu değil ki; daha ilk adımlarımızda aramaya başlamıyor muyuz kendimizi, daha doğduğumuz an da dünya denilen bu kumsalda dağıttığımız taşları. Kimimiz albenisi olan ve birbirine usulca dokunan sesleri toplamak için atıyor adımlarını, kimimiz de topladığı her taşta zikrediyor taşların sahibini.

Bir dostun kaleminden çıkmış güzel bir eser: "Taşlara Dokunan Sesler". Muhtevasında 18 hikâyenin bulunduğu iki bölümden oluşuyor. İlk bölümü kitap ile aynı isme sahip. Deneme tadında 10 bölümden oluşan, okuru yani bizi anlatan tek bir hikâye. 

Okurken öylece kendi hikâyenizi dalıp gidiyor, bazen derince bir ah çekiyorsunuz içinizden. İşte o an da olan oluyor, siz daha farkına varmadan yükseliyor sayfaların arasından bir türkü ve siz o an kitabı bırakıp o türküyü dinleyerek devam etmek istiyorsunuz, size ait olan hikâyeye. 

Hepimiz aşinayız? Kimimiz kumsalda taş toplamaya; kimimiz taşların sesinde, taşların sahibini aramaya; kimimiz kaybolan tek taşın yankısını duymaya…

Her birimizin bir hikayesi var ve her hikâyenin de bir karakteri. Her karakterin de kendine ait bir hikâyesi. Kimimiz Mihrimah Sultan'ız, kimimiz Raci ama kesin olan bir şey var ki herkes mutlaka hayatında bir kere Ahmet Suphi Usta'ya rastlamıştır. Şanslı olanımız o ustanın dergâhında çırak olmuş, o ocağa doğru odun getirmek için elinden geleni yapmıştır.

Sayfaların arasında bize eşlik eden türküler ile devam ediyoruz yolumuza. "Seher Yeli"nin bittiği yerde yükseliyor "Mihrali" o bitince siz de adımlıyorsunuz "Drama Köprüsü"ne doğru. Elinizde doksan dokuzluk veya otuzüçlük bir tesbih kalbinizde yârin ismi… Yol boyunca arıyorsunuz kendinizi kimi zaman "Zümrüdüanka" olup yükseliyorsun göğe kimi zaman "Firuze taşlı yüzük" olup duruyorsunuz yârin parmakları üzerinde. Taşlara ne kadar şekil vermek isterseniz isteyin bir süre sonra ”Aslında şekil verilmesini istediğim onlar değil b…" diyerek yutkunuyorsunuz içinizden. Sonra kızıyorsunuz kendinize ama o anda sayfaların birinde birkaç cümle takılıyor gözünüze "Çektiklerinizi nasıl çektiniz de bir başkasını incitecek sözler doldu bu odaya… Atölyenin içine dolan taş sesleri bugün duvarlara boyandı ki her gelen bunu hissediyor, sizler farkında değilsiniz?"

İnsanın, kumsaldaki taşların sahibini arama yolculuğuna eşlik ediyorsunuz; hem de yalın, sade bir dille yazılmış; okuyucuyu sıkmayan, tek solukta tekrar tekrar okumak isteyeceğiniz hikâyeler ile. 

İnsanın kendini araması ve kitaplara sığınması ayrı bir maceradır. Herkes eline bir bardak çay alıp çekildiği köşesinde, konforlu koltuğunda, sayfaların sıcaklığı arasında yolculuk etmek ister. Fakat yazarların macerası ayrı bir deliliktir. Onlar bu konforu yaşamak yerine kendini arama yolculuğuna okuru da dahil etmek ister. Bu yüzden tertemiz sayfaları kendi hikâyeleri ile doldururlar. Şair ve yazar Hidayet Bağcı'nın "Taşlara Dokunan Sesler" kitabında bu macerayı ayrıca yaşıyoruz. Daha ilk bölümün verdiği huzuru kalbimizde hissederken yolumuza sekiz hikâyelik ikinci bir bölüm ile devam ediyoruz. Bazen "Ateşin Külden Rengi"ni farkederken, "Kül Duygusundaki Nakışı" hissediyoruz, "Camdan Hikâyeler"de kendimizi ararken uzaklardan bir yerlerden "Rüzgarların Kanatlarında Bir Leylak Kokusu" geliyor bize ve biz o an yolun sonunda olsak dahi "Yolun Başındaki Mutluluğu" hissediyoruz.

Hani dedik ya, yazarların macerası ayrı bir deliliktir diye işte bunu "Camdan Hikâyeler"de ayrıca hissediyoruz. "Metropol şehirlerinin yüzü gibi/durmuyor duvardaki çivi…" ve biz de ilk bölümde yazarın kendini arama hikâyesine eşlik ederken "Camdan Hikâyeler"de başkalarının hikâyelerine yolculuk ediyoruz, bir halk otobüsünün herhangi bir cam kenarında. O zaman şaşırıyor ve soruyoruz kendimize: "Zaman ilerliyor bizler zamanın hangi dilimindeyiz ki zamana bırakıp geçiyoruz, hayatımızdan bir hikâyeyi." Günlük hayatta hangimiz bir yerden bir yere giderken bir halk otobüsünün camında kalan izlerde birçok hikâyenin saklı kaldığının farkına varıyor ki? Bizim için sadece bir yolculuk aracı olan otobüslerde oysa ne hikâyeler saklıymış. Bunu hikâyenin her bölümünde anlıyoruz ve tekrar bir halk otobüsüne bindiğimizde düşünüyoruz: “Tek kişilik kart mı çekmeliydim yoksa üç kişilik mi?” 

“Zaten onu dünyaya bağlayan bu kitaplar olmasa o kiminle konuşacak, kalbinden başka kimin sesini duyacaktı?”

Birbirinden güzel hikâyeler arasında bir hikâye var ki beni gerçekten derinden etkiledi. “Rüzgarların Kanatlarında Leylak Kokusu”nu okurken “Ömer Asaf” oldum ve onunla beraber kütüphanenin penceresinden içeri giren leylak kokusunu ciğerlerime çektim. Sayfalar arasında gezerken bir anda “Ömer Asaf” ile beraber; ölümün kıyısında durup kütüphanede oturduğu masada saatlerce aynı sayfadan, aynı cümleyi okuyan “Ece Ayhan”a yardım ederken buldum kendimi. Hem “Ömer Asaf”la beraber hüzünlendi yüreğim hem de sevince boğuldu kalbim. “Uyumak, sessiz kalmak gibidir ama sen ölme!” derken şahit oldu gözlerim bir kızın ölüm denen uykunun kıyısından ayrılışına.

Taşlara Dokunan Sesler” kitabı “Yoldaki Kalemler” internet sitesinde bir yazarın tecrübeleri ile olgunlaşmış ve İlahiyat yayınevinden çıkmış. Muhtevasında iki bölüm on sekiz hikâyeden oluşan kitap şair ve yazar Hidayet Bağcı’nın kaleminden okuyucusuyla buluşuyor. Birbirinden güzel deneme tadında hikâyelerin bulunduğu “Taşlara Dokunan Sesler” kitabı umarım hak ettiği okuyucu kitlesine kavuşur ve biz de bir an önce bu kitabın kardeşlerini okuma şansını elde ederiz. Ayrıca Hidayet Bağcı’ya ilk kitabı olan “Taşlara Dokunan Sesler” adlı kitabını imzalayıp gönderme nezaketini göstererek, ilk kitabının heyecanına bizi de ortak ettiği için teşekkür ediyorum.

“Ellerimde duaları tek tek okurken, aslında bir diğerinden diğerine sırasıyla dokunan bu taşlar, kendime attığım birer taştır. Sen bana dokunduğun günden beri aldığım her nefes o kadar çok değişti ki o gün denizin dibinde, sonsuzluğa kanat çırpan nefesim son anda ölüm meleğinin ellerinden kayıp gitti, bir balık misali… Sahile düştüğümde kumdan ve bol oksijenden başka bir şey yoktu. Oysa ben suda dahi hayat bulan bir yapıya sahiptim, aşırı oksijene değil… Şimdi beni bu sahilden kim almalı? Söyle gideceğim yer, Musa’nın asasının dokunduğu okyanus mu olmalı yoksa camdan duvarlarla örülmüş bir akvaryum mu olmalı?”

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder