KÂBUS / Âdem YAĞMUR


Hâlâ uyuyamamıştım; yatak sanki bir mezarlığı andırıyor, ne sağa nede sola dönebilecek mecalim var. Kabrimde sıkışmış kalmışım.
               
Gece lambası odayı aydınlatmak yerine her yeri kızıla boyuyordu. Bütün renklerde koyu kan kırmızısı hâkimdi.
              
Gençliğim şu daracık evde geçti, ömrüm su gibi akıp gidiyor ve hayattan hâlâ bir tat alamıyorum.
              
Uyku nöbetleri arada bir gözlerimi yoklasa da nafile, yorgunluğum kesintiye uğruyor. Bu gece pusulası çalışmayan bir geminin dümeninde, bir sağa bir sola savrulup duruyorum.
         
 Helezonlar beynimi iyice yormuş,  gözlerim o girdapların içinde döne döne kıpkırmızı olmuştu.
           
Yorganı kafama iyice çektim, gece lambasını düşünmek istemiyordum. Artık kapkaranlıktı dünyam; ama bu sefer de nefes almam problem oluyordu. Olsun, olsun varsın, içerisi her zaman dışarıdan iyidir.
           
Galiba uykum geliyor, nefes alıp vermem yavaşlıyordu, tamam artık uyuyabilecektim, uyumalıyım.
          
Gözkapaklarım iyice ağırlaşmıştı, evet evet oluyordu sonunda; birazcık sağ tarafıma döneyim böylece daha rahat uyuyabilirim.
          
Yatağım, duvarın kenarında kalın bir sünger ve yün bir yorgandan oluşuyordu. Sağ tarafıma dönememiştim hâlâ, hadi bir gayret daha yorganla birlikte dönmeliyim. Çok hızlı bir hareketle yatağın dışına çıktığımda kafamı, nasıl olduysa yere vurmuştum.
         
“Aman Allah’ım!” diye bağırmışım farkında olmadan.
        
 ‘’Ne oldu yavrum?” diye beni uyandıran annemin eli üzerimde, bense hâlâ yatağın içerisindeydim. Gördüğüm rüya beni iyice içine çekmişti.
       
 --- Yok bir şey sen uyu anneciğim!
         
 --- Dur sana bir bardak su getireyim çok terlemişsin, yorganını bu kadar başına çekmene gerek yok yavrucuğum.
       
Bir bardak su, ab-ı hayat misali ölümsüzlük iksiri gibi geldi. Bu nasıl bir bileşim, bütün vücuduma anında etki etmişti. Yorganı göğüs hizama getirdim, birazcık olsun uyumuştum ama düşüncelerimin labirentleri beni kötü bir rüya beldesine sürüklemişti.
              
 Kötü hayâllerin failiydim artık, gecenin kaçıydı acaba? Saate bakmak için doğrulmaya çalıştığımda başımın ön tarafında acı bir ağrı hissettim; ne olabilirdi ki; galiba her şeyi sorun ettiğim için başım ağrıyordu. Elimle alnımı ovalamaya başladım; evet rahatlıyordum, birazcık şişlik vardı. Bu habis ur acaba ne olabilirdi.
                 
Ovaladıkça dağılan bir şeyler vardı alnımda; ağrıya benzer, iyice dağılıyor yüzüm boynum derken bütün vücuduma yayılıyordu. Bir rahatlama hissetmeme rağmen bedenimdeki tuhaflıklar sürgüne başlamıştı. Galiba kuruntularımı devleştiriyordum. Elimi alnımdan çektim. Zira bu durum, içimi kemiren bir kene halini almıştı.
                
Aynı odada olmamıza rağmen uyku mırıltıları kol geziyor mekânımızı ama benim beynim zonkluyor, evde uyumayan kimse yok, lâkin ben uyuyormuşum gibi…
               
Bir anda kendimi lavaboda buldum, ışığı yakmaya önceleri cesaret edemedim ama sonunda korka korka yaktım.
           
 Hadi aç gözlerini ve bak aynaya sana ne olmuş. Karanlığa alışmış olan gözlerim ve göreceğim kötü bir manzara beni şimdiden panik odalarına hapsetmeye hazırdı. Elimle gözümün birini kapatarak diğerini birazcık açtım, bu sefer de ayna buğulanmış hiç bir şey görünmüyordu. Evet, şimdi açabilirdim gözlerimi zira karşımda buğulu bir ayna vardı. Bu sihirli camı silmek istemedim bir süre, önce ismimin baş harfini aynaya elimle yazarak kendimi yavaş yavaş görmek istedim.
          
“Aman Allah’ım!” Hızla temizledim puslu camı, gözlerim kan çanağı, yüzüm mosmor; alnımda, yanaklarımda ve burnumun ucunda koca koca sivilceler oluşmuş derhal odaya koştum.
                 
Evet, yine mezarıma girmiştim. Soğuktu bu sefer, kendi görüntümden korkuyordum vücudum diken diken olmuştu.
               
Uyku yurdumu terk edeli acaba kaç saat olmuştu. Keşke vaktin erken olduğunu, yatağa yeni girdiğimi söyleyen biri olsaydı. Ya sabaha yaklaştıysak eğer saat yeni günü müjdeliyorsa artık uyku tutmazdı beni, en iyisi zamanın dilimlerini öğrenmemek ve uyumaya çalışmaktı.
               
Tik-tak sesleri sanki beynimde aksi seda yaparak çalışıyordu. Onu düşünmediğim zamanlarda hiç duymadığım bu sesler şimdi çok rahatsız edici bir hâl almıştı. En iyisi saate bakmamak ve zamanı düşünmemek…
               
Dün akşam iş yerinde patronun bana tokat atması ve bunu içime sindirememem beni bu hale getirdi. Haksızdı, hem de sonuna kadar haksız. Tamir ettiğimiz arabanın radyatörünün suyunu ve motorun yağını değiştirmiştik. Müşterimiz beni arabanın yanında görünce arızanın ne olduğunu sorunca ben de yaptığımız işlemleri tek tek anlattım.
               
Adam ‘’arabadan anlamadığım için biraz korkmuştum.‘’ diyerek sevinmişti.
              
Hesabı öderken patronla tartışıyorlardı, müşterimiz beni çağırdı; ‘’biraz önce bana anlattıklarını şimdide anlat.’’  dedi ve yapılan işlemleri tekrar ettirerek parayı daha az ödedi.
                 
Araba iş yerinden ayrıldıktan sonra olmuştu bütün olanlar, neden diye sorduğumda bir tokat daha yemiştim; neyse ki yarın Pazar zira çok gerginim.
                  
Çalan saatin sesiyle uyandığımda kadrajdaki akrep yediyi gösteriyordu, çok yorgun bir şekilde kalkarak lavaboya kadar gittim. Sabahın ilk saatlerinde titreyen ellerim buz gibi suyla buluştuğunda, iç titremelerim iyice artmıştı.
                
Son derece korkunç bir geceydi; uyumadan kâbus görmek buna denirdi.
               
Kahvaltı hazırdı ama ruh halimdeki bezginlik beni çoktan sokağa çekmişti.
                
Düşünebildiğim tek şey; kendimden kaçmak sonra ne kadar zaman alır, nasıl olur bilemiyorum ama tekrar yine kendime dönebilmek.
                                
Ağır ağır arşınlıyorum kaldırımları; ellerinde sıcak ekmeklerle caddelerden, sokaklardan çocuklar geçiyordu. Bizim buralarda makamına uygun olarak söylenen ‘’tazeee simiiit’’ nidaları hiç eksik olmazdı ayrıca...
             
Hâlâ kendime gelemiyordum bu vaziyette adımlarımı takip ederken mahalledeki parkın banklarından birinde almıştım en rahat soluğu.
             
Midemin gurultusuna, açlıktan dönen başım eşlik ediyordu. Buna rağmen midem herhangi bir yemeği kaldırabilecek durumda da değildi. Gecenin ve tokadın tesirini hâlâ içimden atamamıştım. Ruhum çarmıha gerilmiş ve ellerim çivilenmişti. Hem bedenen hem de ruhen ölüm anını yaşıyordum.
             
Kabullenemiyordum bir türlü; o kadar kötü hayaller oluşuyordu ki bunları kurguladığıma ben bile inanamıyordum.            
                        
---Düt, düüüüt!
           
 Bu korna sesi de nedir parkın içinde bu ne iğrençlik böyle?
                      
---Düt, düüüüt!
                    
Bu sefer ses daha yakından geliyordu ama ben bu korna sesini bir yerlerden tanıyordum. Bu sesin sahibi Sabri abi olmalıydı, yanıma kadar yaklaştı.
           
Her zamanki gibi elinde yine bir araba direksiyonu ve gözünde deniz gözlüğü, korna sesini de ağzı ile çıkarıyordu.
            
Onu bu haliyle görünce ister istemez tebessüm ettim, gülümsememek elimde değildi ki! Çünkü o her zaman gülen birisiydi. Mahalleli ona Deli Sabri derdi.
                   
 ---Ahmet, Ahmet hadi hadi bin de seni götüreyim başka başka yerlere.
              
----Sabri abi vallahi hiç keyfim yok ama seni görünce zaten bu âlemden ayrılıyorum.
                   
----Hadi hadi araba kalkıyor acele et.
                  
Her cümlesinde yüzümdeki tebessümler daha da büyüyordu.
         
--- Yahu senin hayatın herkesten daha güzel; hiç dert, tasa, gam nedir bilmiyorsun. Bense şu an kendimde değilim. Seninle beni görenler benim deli olduğuma hükmederler herhalde.
        
Sabri abi yanıma oturdu ve sağ elini omzuma koydu, sol elinin işaret parmağıyla gökyüzünü göstererek;
       
---Bak! Bak bak, baksana güneş bugün ne güzel gülüyor!



3 yorum:

  1. İnsanın iç dünyasında farklı duygular uyandırıyor....yüreğine sağlık

    YanıtlaSil
  2. Abdulkadir ÇOMRUK21 Nisan 2015 02:56

    Dürüst, saf ve temiz insanların kokuşmuş insanların yaptıklarından nasıl etkilenip bunalım yaşadığını çok güzel anlatmışınız. Kalem tutan elleriniz dert görmesin azizim.

    YanıtlaSil
  3. Bu devirde dürüst insanların başına gelenler gibi gerçekçi.

    YanıtlaSil