MUHARREM VE HÜZÜN / Ahmet Enbiya UZDİL

Muharrem ayına girdik gireli içimde bir hüzün var. Bağlamı hüseynî mi bilmesem de, bilemesem de sevinçli değilim çok şükür. İmam Hüseyin'in şehit edildiği ayda gülmekliği terk etmek gerek; gülümsemek ise zarurettendir bu ayda, bilirim.

Gecenin bir yarısında şehr-i Maraş'ın sokaklarına yağmur yağarken balkonda oturup eski günleri yâd ediyorum. İçimde yine o garip hüzünle, gariplik hüznüyle... Her geçen gün ayrı bir telaş ile tatlı tatlı gülümsüyor hatıralarımda. Batı adamınındır bunalım diyor Fethi Gemuhluoğlu hüzün ise bize ait bir doğulu sadası. Madde arzusundan uzak ve azade ruhi bir kabiliyet, hüzün. 

Hangi anıya gittin de geldin dersen dur sana anlatayım. Anlatmak bu hali ziyadeleştirir diye murat ettiğimden anlatıyorum sana, bir dostummuşçasına senle konuşmak istiyorum hoş gör beni. 

Böyle bir eylül sonu yahut ekim başıydı. Belki de kışın yağmurlu soğuk günlerinden biriydi. Mutadımız üzere okuldan kaçıp Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’ne gitmiş, Hasan Ejderha hocamızın odasında, Ahmet abinin tabiri ile “Dergâh yayın bürosu”nda muhabbet etmeye koyulmuştuk. Hocam her zamanki güler yüzünden ikram ediyordu bizlere. Ardından Mehmet Yaşar abi geldi. Artık vakti geldi diyerek üç dosta dostluk üzerine bir sohbet okuyacağını söyledi. Bilmiyorduk ancak heyecanlıydık okunacak yazıdan ötürü. Dinlemeye koyulduk sessizce. Mehmet abinin konuşması dahi bir şiir gibidir. Hele ki güzel bir yazı olsun, şiir olsun başladı mı okumaya o sesin büyüsünden kurtulmaya imkân yoktur. Okuyacağım dediyse elbet güzel bir yazıyla gönlümüzü besleyecektir ve besledi de. 
Önce selam ile başladı yazı evveli, ahiri, zahiri, batını selamlayarak. Sonra, dost ol kişidir ki diyerek dostluğun ne idiğünü ve nasılını koyuverdi önümüze. Bu sırada üşüyen ellerimizle dumanı tüten çay bardaklarını kavrıyorduk. 

“Öldürülmesi muhakkak ve bu mukadder olan gecede peygamber-i Ekber'in yatağında yatandır, Şah-ı Velayet'tir dost.” 

“Tıkanılması gereken son deliğe koyacak parça kalmayınca ayağını yani kendini, gönlünü koyandır dost.”

Yazı uzadı gitti, vakit geçti de geçti. Çaylar tükendi, bizde ise hoşnut bir sükût. Kulaklar Mehmet abide. Odayı bir hava dolduruyor; keder değil, yas değil. Sevinçten, neşeden daha tatlı bir şey...

Eski kitaplarda bahsedilen içi dolduran o nesne. Hüzün... Dünyaya biraz ağlayabilmek için gelmiştik, ağlayabildiğimiz kadar insan, ağlayabildiğimiz kadar da temiz değil miydik? Dünyalık arzu ve isteklerden ötürü gelen timsah gözyaşı değil muradımız.

Günümüz öylece geçti, o günün ardından daha nice günler geçtikçe geçti. Fazlı abi türkü söyledi ay ışığında bir damın üstünde. Seher vakti çaldık yarın kapısını melül mahzun. Gönlümüz dünya leşinin kokusuyla dolu olsa da açıverdi kapıyı, kabul etti, buyur etti sofrasına. 

Geçmiş güne bakıp gecenin zifiri karanlığına dalıp gitmemek mümkün mü? 

Bazı şeyler bir daha ele geçmiyormuş anladım ve anlamaya da devam ediyorum hâlâ. Gece vakti terliklerimin sesini boş odaların önünden geçerken duyuverdiğimde fark ettim ömür denilen şeyi. "Ne var ki o seste?" demeden dinle bak taa çocukluğumdan beri bana yoldaş olan bir sesti o ses. Bir süredir duymaz olmuş, kaybetmiştim tak-taklarını... 

Evet muharrem ayındayız. Vakt-i Kerbela. Hüzün vakti. Evlad-ı Rasulün Rasulü Zişan'a kavuşma, Su'ya kanma vakti… 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder