KARTAL HARTLAP YOLUNDA / Hasan KEKLİKCİ

           
“Köyde bir şey bulamayız, şuralardan bakkalları geçmeden öğlene yiyecek bir şeyler alalım” dedim.  Aynadan gözlerimi arayıp arabada olduğuma inandıktan sonra, “Önümüzde fırın var, birer tane pide alıp gide gide yiyelim başkanım, zaten saat ona geliyor, birer pide bizi akşama kadar idare eder.”  dedi kartalın sürücüsü. “Ben çarşı ekmeğini çok severim, dedem ona tırnaklı ekmek der.” diyerek ve işin içine dedemi de katarak teklife onay vermiş olduk. Nasıl olsa gazete almayı bırakmıştık. Sade benim cebinde bile haydi haydi iki hatta beş pide parası bile çıkardı.
            
Epeydir gazete almayı bırakmıştık Emmi. Canım ne gereği var ki gazetenin de zaten! Haberleri televizyonlardan seyrediyoruz. Belediyenin televizyonu bir sürü kanalı çekiyor. Gazetelerde olsa olsa bir köşe yazarları var fazlalık olarak. Köşe yazarlarının da yarısı hükümet partilerini övüyor, geriye kalan yarısı da muhalefete arka çıkıyor. Eee… Köyde de öyle: Sabah gelip akşama kadar Türkiye ve Dünya siyaseti hakkında; “Filan lider şunu demedi mi, falan bakan şunu söylemedi mi?” diye deliller de getirerek, belediyenin önünde akşam eden insanlar da köşe yazarlarını aratacak cinsten değil hani. Yanlarında bir saat oturan; Amerika’nın Irak politikası başta olmak üzere, cumhurbaşkanının, başbakanın cümle bakanların “aslında” ne yapması gerektiğini, bunların yaptıkları bütün işlerin yanlış olduğunu anladığı gibi; ülkenin milli eğitim, sağlık, bayındırlık gibi temel konularını da çözmüş olur.   

            Beyaz fırın kâğıdına sarılmış pideyi elime alıp; kâğıdını, yerken pidenin unu, ufrası sağa sola dökülmesin diye dizlerimin üzerine koydum. Bir taraftan sıcak pideleri atıştırırken, bir taraftan da şehri çıkıp köye doğru ilerliyoruz Emmi. Yalnız köye yaklaştıkça, dünden beri içimi kemiren ince bir sızı artmaya başladı. Öyle ki bir müddet sonra pide ağzımda çoğalmaya başladı. Bir müddet sonra da boğazımdan aşmaz oldu. Elimde kalan küçük bir parçayı kâğıda sararak, önümdeki koltuğun arkasında bulunan cebe bıraktım.

            Bir kısım gönül dostlarının telkinleriyle, bir dosttan bir miktar malzeme almıştık. Üç gün önce aradı “Eğer elinizde bizim gönderdiğimiz malzemeden kalmışsa onları ve kullanılmış olan malzemelerin karşılığı olarak da sizin filan malzemeden, borcunuzu karşılayacak kadarını bana verin.” dedi. Ben de yarı şaka yarı ciddi, “Buyur araç gönder aldır; fakat aracı benim olmadığım bir günde gönder ki, haciz memurları tarafından; evinden buzdolabı, don kazanı, teşti toplanan adam durumuna düşürme beni.” demiştim. Hal bu ki; iki hafta önce yüz yüze yapmış olduğumuz görüşmede, bizim kendisine olan borcumuzun devede kulak olduğunu, diğer belediyelerden alacaklarının çok daha fazla miktarlara tekabül ettiğini söylemişti. Dün pazardı, aracı gönderip aldırmış malzemeleri Emmi. Hangi malzemeden kaç adet, hangisinden kaç koli aldırdığı belirsiz. Hoş… Dostlar arasında hesap kitap mı olur?..

          Belediyenin önünde bizi Ali’den başka karşılayan olmadı Emmi. Boşuna kendi kendime evham yapmışım; bizim ilim heyetini, dünkü olaydan dolayı ikna edecek sözler, hikâyeler hatta fıkralar bulmaya çalışmışım. Belli ki bugün pazartesi olduğu için milletin yarısı Maraş’a gitmiş, diğer yarısı da kimse olmayacağını düşünerek gelmemişler. Keşke gelselerdi: Güneş bir taraftan yükselirken, bir taraftan da yeryüzünde ne kadar gam kasavet varsa ısıtıp gökyüzüne çıkarıyor, oradan hepsini bir benim üzerime gönderiyor; onlar da olsaydı belki gönülleri var yok birer parça alırlardı bu omuzlarımı çürüten yükten. Doğrusu benim de bugün belediyede hiçbir işim yoktu. Ancak şu -kelimenin tam manasıyla- el konulup kaldırılan malzeme beni buraya çekti Emmi. Sanki bir kısım malzeme değil de belediyeden bir cenaze çıkmış, taziyeye gelmek durumunda kalmıştım. İyi ki de gelmişim. Ne yalan söyleyeyim; rahatladım, huzur buldum. Bundan sonra gideceğim yolu gördüm Emmi.

            Bir ara makam arabasının fanının çalıştığı dikkatimi çekti. Biz geleli hayli zaman oldu, bu kadar çalışmaması lazım çünkü. Şoförü çağırdım nedenini sordum. Elindeki sigarayı arkasına saklayarak, “Bu ara yine ısınmaya başladı.” dediğini anladım gerisini anlamadım. Gerçi kendisi de gerisini anlaşılacak bir dilde söylemedi zaten.

             Öğleden sonra saat üç gibi tekrar Maraş’ın yolunu tuttuk. Hava hala sıcaktı. Arabanın ısınma hastalığı usta kadar benim de beynimi meşgul ediyor doğrusu. Karatarla’dan tırmanıp, Hartlap Gediğini bulunca ustanın yüzünde hafif bir tebessüm belirtisi meydana geldi. Eh ben de rahatladım. Kaldı ki yolun bundan sonrasında araba ısınsa bile yavaş yavaş şehri buluruz. Olur da araba mızıkçılık ederse bile, bu bölgede şehre gidip gelen bir sürü dolmuş olur.

         Hartlap’tan Dereboğazı’na dönen son viraja girmiştik ki; arka sağ tarafta, arabadan yirmi yirmi beş santim uzakta bir teker gidiyor. Yüzüme nereden geldiğini anlamadığım bir gülümsemeyle, “Şuradan bir teker görünüyor bizim olabilir mi.” dedim ustaya. Usta gözleri fal taşı gibi açık, hayretler içinde ”Bizim tabi başkanım.” demesiyle arabayı sağa çekip durması bir oldu. Evet arabanın sağ tekeri; erkek çocuklarının oyuncak kamyonlarının tekeri gibi, bütün bağlantılar kırılmış, diferansiyelin içindeki aksla beraber yarım metre dışarıda duruyor. Belki de on metre sonra yerinden fırlayıp gidecekti durmasaydık.

          Sabah beyaz fırın kâğıdına sarıp bıraktığım çarşı ekmeğini aldım; ikiye bölüp, büyük tarafını kendisine fark ettirmeden ustaya uzattım. Şoför anahtarı; arabayı kilitleyip, bütün kapılarını tek tek kontrol ettiği eline alıp, pantolonunun cebine en yakın köprüsüne taktıktan sonra, ekmeklerimizi dürüp avucumuzun içinde ısıra ısıra yiyerek şehre doğru yürümeye başladık. Arabaya köyün içinde bir şey olmaz nasıl olsa. Arkamızdan da bir dolmuş gelirse eh evlerimizi buluruz akşamdan. Hartlap’ı çıktık dolmuş gelmedi Emmi. Dereboğazını, Kadılıyı, Kadılıdaki Kâbe ölçülerine göre yapılmış olan Cuma mescidini geçtik dolmuş veya bizi şehre götürecek bir araba yok. Kale belediyesinin önüne vardık bir vasıta gelmedi. “Nasıl olsa aynı partiliyiz, belediyeden birileri bizi şehre atar.” kafasıyla belediyeye çıktık. Başkan yerinde yok. Mesai bitimi yakın olduğundan elimize tutuşturulacak iki bardak çay da yok. Yaklaşık üç kilometre yol yürümüşüz, oturduğumuz sandalyelerden istemeye istemeye, vücudumuzda kalan tüm enerjiyi bacaklarımıza vererek kalktık. Kapıda o değilden Maraş’a gidecek bir araba olup olmadığını sordum bir memura. Araba yokmuş ama dolmuş gelmek üzereymiş.

           Dolmuş geldi önümüzde durdu Emmi. Sağ ayağımı dolmuşun merdivenine koyduğum anda aklım başımdan gitti. Ayağımı merdivene atmamışım da gayyâ kuyusuna sokmuşum sanki. O anda kaynak yuların yakıp kavurduğu başımı arkaya çevirdim, arkada insanlar benim dolmuşa çıkmamı bekliyor! Mecbur diğer ayağımı da cehennem kuyusuna soktum Emmi. Şoförün arkasındaki koltuğa bizim arkadaşla yan yana oturduk. İkimizin cebinde iki kişilik yol parası yok… Sabah boğazımızın derdine düşmeyip paramızı harcamasaydık, belki yol parası çıkardı, ama şu anda çıkmaz Emmi. Birazdan muavin “yol paraları” dediği anda, yeri yarıp içine girmek lazım. İki adamın on cebinde beş lira yok…

     Bizim şoförün uyarmasıyla başımı yerden kaldırdım, dolmuşun şoförü sağ elini omuzunun üstünden bana doğru uzatmış, “Hoş geldin başkanım, yorgunsun galiba.” dedi. Kolumu ters çevirip elini sıkarken “Hoş bulduk, dalıp gitmişim rahat yeri bulunca.” diye karşılık verdim. Benim kendisini hatırlamadığımdan, ancak seçimde yapılan kasaba mitinglerinde beni dinlediğinden, -onun ifadesi- kalabalığı coşturduğumdan, hatta kendi başkanlarının seçim kazanmasında bile benim payımın olduğundan bahsetti. Daha “estağfurullah” demeye fırsat kalmadan bir delikanlı, yol paralarını toplamak üzere ayağa kalktı.

      Dolmuşçu, az önceki lafın devamını andıran bir ses tonuyla:  “Oğlum başkanımla abinden para alma.” dedi Emmi...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder