HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI -Kol Dayama / Hasan KEKLİKCİ

           


 -Selamünaleyküm.

  -Vay, aleykümselam müdürüm.

  -Estağfurullah siz benim müdürümsünüz.

  -Hayır efendim. Ben bilgisayar başında garip bir memur iken zat-ı âliniz üzerimize müdür olarak geldiniz.

            -Evet. Ben oraya gelmeden muhasebe müdürlüğü yaptığımı söyledim. Bu doğru. Fakat Pazarcık ovasında çapa kazdığımı, pamuk topladığımı da söyledim. Sen hem müdürlüğü ve hem de belediye başkanlığını bitirmiştin ben o karşındaki masaya oturduğumda.

            -Tamam da çapa kazmak, pamuk toplamak bir üstünlük değil ki, ona kaldıysa ben yazıda kamyondan gübre bile indirdim, tarla başlarında bel ile ne sulama kanal açtım.

            -Ya neyse on beş yıldır çözemediğimiz işi bugün mü çözeceğiz müdürüm? Hayırlı olsun dükkân açmışsın haberimiz yok. Ben zamanında sana “Aman ha aman, sakın ha sakın git bir pazarcının yanında maydanoz top et, marul yaprağı temizle, “gel vatandaş gel” diye bağır ama dükkân mükkân açma. Bu işler bizim gibi el yanında çalışan adamlara uygun işler değil” demedim mi? Nasıl market açtığımı; atımı, arabamı satıp sermaye ettiğimi, en son dükkânı devrederken oturduğumuz evi de sattığımı ve yine de borçlarımdan zor kurtulduğumu anlatmadım mı?

            -Şey… Müdürüm anlattın anlatmasına da bizim burası Nasrettin Hoca’nın türbesi gibi bir yer. Yani kapı var ama duvar yok. Gördüğün gibi öyle ortalıkta alınıp satılacak bir şey de yok. Burada laf satıyoruz. Onun da sermayesi yok. Satamadığımız boğazımıza kalmıyor, zarar etmiyoruz.

            -Vallahi helal olsun. Çalım satanı, caka satanı gördüm ama laf satan! İlk defa seni görüyorum müdürüm.

            -Zeki geldi yanıma epey oldu. Sizin firma bir bina inşaatı ihalesi almış. Bu tarafta bir şehirden denetlemeye gelip gidiyorlarmış ama esas kontrollük Ankara’daymış, “Müdürünün başı dertte” dedi. “Ankara’nın adamıyla uğraşmak zor.”

            -Zalım Zeki. Onu bile anlattı mı? Allah bilir daha neler anlattı?

            -Yok. Sadece “Trabzon Caddesinde kucağında kalın siyah bir poşetle hızlı hızlı giderken hafiften bir omuz vurdum telaşından fark etmedi müdürüm.” dedi bir de… Acındırdı bizi.

            -Çok şükür kurtulduk müdürüm Ankara’nın adamından da bu tarafın adamından da. Düşünsene; akşamüstü boğazımda kravat, sırtımda tiril tiril lacivert bir takım elbise; beldesinde hükümete yaptırılacak bir sürü işi olan bir kasaba belediye başkanının bakan karşılaması gibi, memleketin en lüks otelinin önünde, güneşin son ışıkları altında karayılan gibi yalp yalp yanan siyah bir arabanın arka sağ kapısını açıyorum. Aynı anda arka sol kapı da açılıyor. İki kapıdan neredeyse ikiz zannedilecek iki adam çıkıyor. Gülme filan yok. Bütün ciddiyetimle adamları karşılıyorum. Hafif tebessüm eder bir yüzle “Hoş geldiniz” diyorum. Bir taraftan bizim şoför bir taraftan otel görevlileri seferber oluyorlar misafirlerin valizlerini odalarına taşımak için. Ha, ikisini bir kişi taşır ama o zaman da iki adamın valizi bir adamlık olmuş olur. İşin sonu adamı adam saymamaya kadar gider. Bir müddet dinlenmeleri, duş alıp rahatlamaları ve sonrasında akşam yemeğini beraber yemek üzere odalarına yolcu ediyorum asansörün kapısını kapatarak adamları.

            Lobide saçları inek yalamış gibi jöleli, beyaz gömlek, delme yelek, papyonlu bir garson; elips şeklinde, gayet geniş bir tabak içerisinde -buna bardak altlığı denemez çünkü- küçücük bir bardak çayı önümdeki sehpaya bıraktı. Sağ ayağımı sol ayağımın üzerinden indirmeden ve belli belirsiz bir tebessümle teşekkür ettim garsona. Bahşiş de verdim tabi. Çayımı bitirmiş, ayak ayaküstünde elime aldığım gazetenin daha ikinci sayfasını çevirmiştim ki, bizim misafirler tepemde bittiler. Ne duş almışlar ne üst baş değiştirmişler. Klozetin kapağını kaldırıp ayakta defi hacet edip, yüzlerine birer avuç su serpip inmişler sanki. Hatta “sanki”si bile fazla. Gömleklerinin yakasındaki ıslaklık çıplak gözle görünüyor.

            Siyah arabanın biraz önce açtığım kapısını, açarken göstermiş olduğum ciddiyet ve titizlikle, misafirler arka koltuğa yerleştikten sonra tekrar kapattım ve ön koltuğa geçip oturdum.

Memlekette yöresel yemekleriyle ünlü -öyle diyorlar- bir lokantanın altı kişilik masasına kurulup oturduk. Lokantada yiyecek; ekşili çorbadan, kuru dolmasına, içli köfteden, mercimek köftesi-ekşili turşudan, kısıra, mumbardan, püsük köftesine, et, balık, tavuk ne varsa masanın üstünü donattı garsonlar. Beraberce yedik içtik. Üstüne tatlı dondurma…

Aman kadalarını alım müdürüm; karınları doyunca adamları gicimik tuttu -yerinde duramamak, huysuzlanmak-.

Okey oynayacak bir kahve!

Yoldan geldiniz. Yoruldunuz. Sonra, buraların kahvelerinde millet ot atar etrafa tükürür. Taşı gelmeyen, kâğıdını beğenmeyen söver. Çayları çıkışmak için son oyunu oynayanlar, oyun bitiminde dövüşürler. Sigara dumanından elinizdeki taşın rengini seçemezsiniz. Ne kadar dil döktüysem para etmedi. Domino oynayanlar, ellerindeki taşları dizerken gavura vurur gibi vururlar masaya. Tavla oynayanları artık siz düşünün. Yok… İlla bir kahve. İlla okey. Hayır, büroya yakın bir yerde bir kahve var, var amma ne gittim ne oturdum. Kaldı ki bu yaştan sonra kahvede ne işim var benim? Bir yüzüm ağlar bir yüzüm güler, sırtımda takım elbise, boğazımda kravat, ayağımda öğlen boyattığım, patronun seçim zamanı parti delegelerine alırken bana da aldığı kundura, jilet gibi tıraşlı bir yüzle vardık kahveye. Kahveci garibim bizi görünce telaşlandı, ben hemen konuya girdim, “iki el” dedim “okey oynamak istiyoruz”. Kahveci tuttuğu soluğunu, ciğerinden boşalttığı sigara dumanını bırakır gibi bir zevkle bıraktı, ağzındaki yüreği yerine oturdu. Hemen bir masa kuruldu. Masamızın üstünde yeni bir kutu okey takımı açıldı. Değiştirilmiş kadife masa örtüsünün üzerine itinayla bırakıldı. Bir el, iki el, … dokuz el. Laf uzun müdürüm. Patron geldi bizim şoförün yerine; iri kafalı kısa saçlı, göbekli fışlak, şişman, mavi gömlekli heyet üyesinin sağına, benim karşıma oturdu. Öteki adamı da tarif edeyim mi? Çok kolay: Gömleği beyaz! Geri yeri hep aynı. Emmioğluymuş zaten bunlar. Canım böyle de oyun olmaz ki, elim ayağıma dolaşıyor. Karşımda patron. Taş alırken yarısını yere düşürüyorum. Elim titriyor. O telaş içerisinde kahvecinin kulağıma doğru eğildiğini hissettim. “Şey… Efendim saat geldi. Kapatacağız da oyun bitince…” gibi bir şeyler söyledi...

Aslında bizim heyet altı kişiden oluşuyormuş. Üçü Ankara’dan, diğer üçü de bu taraftaki bir şehirden geleceklermiş. Ankara’dan gelecek üçüncü adam bunların en büyüğüymüş. Onun bir işi çıkmış, sabaha burada olurmuş. Diğerleri de o gelmeden gelirlermiş. Bunlar, o başlarında olmadan güneşten gölgeye gidemezlermiş.

Unutmadan söyleyeyim de müdürüm, akşam kahvenin erken kapanmasına kızan heyet üyeleri, sabahın köründe büroya bir okey takımı aldırdı. Sütçü İmam Türbesi, Maraş Kalesi, Kapalı Çarşı, tarih, turizm, duvarlardaki eski eşyalara bakarak pastanede dondurma yeme, gezme, görme tekliflerimiz beş kuruş etmedi. Bundan sonrasını tahmin edersin. Yerimizden kalkmadan okey… Yemek? Bir elinde okey taşı, diğer elinle ne yiyebilirsen o türden yiyecekler.

İkinci gün ekip tamam oldu. Yaptığımız iş beğenildi. Oy birliğiyle “kabul” edildiğine dair evraklar imzalandı. Bu taraftaki şehirden gelenler, yanlarında bir kısım hediyelerle evlerine gittiler. Büyük adamın yakın bir şehirde akrabaları varmış o da büyük adama yaraşır bir kısım hediyelerle gitti.

Telefonum çaldı arayan patron. “Şunlara birer otobüs bileti al gönder Ankara’ya.” Aman abi kol dayamayı açmayı unutma diye şoföre döne döne tembih ederek adamları evlerinden aldırdık, siyah arabanın arka koltuğunda getirttik. Şimdi otobüsle göndermek hoş olur mu?  Ne kadar dil döktüysem olmadı. Adam “bilet” diyor…

Yaşar Kemal’in İnce Memed’inde bir Ali vardı. İzci Topal Ali: İnce Memed’in ölüm haberi kasabaya ulaşınca, Karadağlıoğlu Murtaza Ağa, verdiği tabancayı elinden alıyor, sırtındaki elbiseleri soyup don gömlek kovuyordu ya Ali’yi. Topal Ali gibi don gömlek kalakaldı ortalık yerde bizim Ankaralılar. Sanki dün akşam siyah arabadan değil de ön koltukta bir davulcu, arka koltuğun ortasında bir zurnacı, cam kenarlarında kendiler, ellerinde boş şişelerle damalı bir piyasa taksisinden inmişlerdi otelin önüne.

            İkindi oldu. Akşam oldu. Otelden yer ayırtılmadı. Telefon telefona. Arayan arayana… Bizim kırık ayak takımı otelin lobi dedikleri yerinde bekliyor. Yatsı namazına doğru bu taraftaki şehirden gelenlerden bir telefon daha geldi. Telefondaki ses “Allah’tan korkun. Adamları hiç olmazsa filan şehre kadar gönderin. Orada yatıp sabah Ankara’ya geçsinler bari.” diyor.

            Siyah arabayla gelen heyet üyeleri, kol dayaması olmayan, arkası kesik bir araçla gece yarısına yakın, filan şehre doğru yola çıktılar.

 

 

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Bu hikâyenin yazımı esnasında hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder