YAZARIN İÇİNDE BİR YAZAR “GAZZÂLİ”-3-Hidayet BAĞCI

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla”

Hicri 450 (M. 1058) senesinde Horasanın Tus şehri civarında Gazele köyünde dünyaya geldim. Küçük yaşımda babamı kaybetmenin hüzünüyle aile dostumuzun himayesinde bir medreseye yerleştirildim. (419-478) yılları arasında Usul-i Fıkıh, Mantık, Kelam gibi ilimler üzerinde tahsilimi tamamlamaya çalıştım. İlim hususunda yıllarca bana emek veren hocamın vefatı beni derinden sarsmıştı. Yaşadığım bu ikinci hüzün 478 senesinde Nişabur’dan Samarraya gitmeme vesile oldu. Orada alimleri himayesine alan Vezir Nizamülmülk’ün teveccüh ve iltifatına mazhar oldum. 484 senesinde Bağdat’ta Nizamiyye Medresesinin müderrisliğine tayin edildim. Burada 800 civarında talebem oldu. Ancak, 488 senesinde iken bende derin bir hallerin olduğunu keşfettim. Bu halimin derdi bendim ve tedavisi de bendeydi. Şöhretin zirvesine ulaşmış müderrisliğimi geride bırakarak, aldatıcı ve oyalayıcı meşgalelerden uzaklaşmak ve Allah’a yönelmek arzusuyla Bağdat’tan Şam’a hicret ettim.

Ruhuma sinen, insanı helake sürükleyen şöhretin kokusunu üzerimden atmak yıllarımı aldı. Nefsime hoş gelen bu hali ölene dek korumaya çalışacaktım. Hangi yıldı hatırlayamıyorum. Ben bir mekanda hela temizliğinden sorumlu iken şadırvanda iki kişi benim müderrislik yaptığım yıllarda, konuştuğum bir mevzu ile ilgili münazara yapıyorlardı. Konuştukları mevzuya kulak kesildim. Konuyu dinlerken elimdeki süpürge ne yerdeki çöpü sürükleyebildi ne de yerdeki toz havaya kalkabildi. Aynı zamanda bahçedeki ağacın yaprakları arasında yavrusuna yem veren kuşun sesi de değişmişti ve ben şaşkın bir hal içindeydim. Benim için zaman durmuştu. İki kişi sohbetlerinin arasında unutmaya çalıştığım şöhretli adımı ısrarla tekrarlayıp duruyorlardı.

“İmam-ı Gazzâlî”

Bir zamanlar şöhretin suyuyla yıkanmış olan adımı duyunca yüreğim heyecanla çarptı. O anda  kalbimde şöhretin ayak izlerini tekrar hissettim. Bu sefer ismime karşı bir yabancı gibi durmalıydım. Bu iki şahıstan biri yıllar önce müderrisliğini yaptığım medresede söylemediğim bir konuda adımı şahit olarak anınca, o anda elimdeki ibrik ve süpürgeyi sert bir şekilde toprağa fırlattım. O iki kişinin bakışları bana doğru yöneldi.

“-İmam-ı Gazzâlî’ye göre o konu şöyle!” dedim ve konuşmaya başladım.

Tabi şadırvanda oturan o iki şahıs konuşma şeklimden, duruşumdan ve konu hakkındaki görüşümü beyan edişimden benim “İmam-ı Gazzâlî” olduğumu anladı. Kısacası ben kendimi refleksi bir hal ile ifşa etmiş oldum. Bu hadiseden sonra Hac farizasını yerine getirmek üzere Mekke’ye gittim. 499 senesinde zamanın padişahının daveti üzerine tekrar Nişabur’a hareket etmek durumunda kaldım. Uzun seneler önce medreseden kaçışımla başlayan bu yolculuk, kendi içime doğru yol alınca önümde birçok mana kapısının açılmasını sağladı. Ancak bunu En’am suresi 125. Ayet-i Kerime’yi okuduğumda anlayabildim.

Cenab-ı Allah diyor ki:

“Allahü Teala kimin hidayetini murad ederse, İslam için kalbini şerh eder.”

Bu Ayet-i Kerime’de geçen şerh kelimesinin manası Canım Peygamberime sorulduğunda o şöyle der:

“-O, Allahü Teala’nın kalbe ilka’ ettiği bir nurdur.” buyurdular.

“-Bunun alameti nedir?” diye soruldu.

“-Dar-ı gurur denilen dünya yurdundan uzaklaşmak ve ebedi yurd olan ahirete yönelmektir.” cevabını vermişlerdir.

İşte benim dünyaya olan bakış açımın değişmesine vesile olan hak söz üzere, uhrevi hayatımı aldatıcı ve dar-ı gurur bir hal ile değil, dünyayı uhrevi bir hal üzere süsleyerek dengede kalmayı istediğimin açık beyanıdır.

Kendime geldim, şükrettim ve yenilendim!

İmam-ı Gazzâlî…

 

 

4 yorum: