CENAZE / Murat TÜRKMENOĞLU



Hikâye





Vefat haberini aldığımda öğle ile ikindinin tam ortasıydı. Nisan güneşinin sıcaklığını iyice hissettirdiği günlerden biriydi. Üzerimdeki kahverengi fitilli kadife ceket havayla hiç uyumlu bir seçim yapmadığımı söylüyordu bana. Gerçi Nisan ayı oldum olası böyledir, kıyafet seçiminde insanı yanıltmak yönünde bir şöhreti vardır. Sabah evden çıkarken giydiğin sabahın havasına göre isabetliyken, öğlen vakti seni pişman eder ve akşama doğru şükrettirir. Arabanın içinde bu hâl üzere beklerken bana doğru gelmeye başladı Sema. Kucağında Ahmet olduğu halde araladığım kapıyı zorlanarak kendine doğru çekti, Ahmet'i usulca bana doğru uzattı ve sırtında artık kendisiyle bütünleşen çantasını çıkarıp eline aldıktan sonra ön koltuğa oturup yerleşmeye çalıştı. Bu arada ben de kısa bir süre Ahmet'i oyaladıktan sonra emanetin diğer bekçisi olan annesine teslim ettim. İlk önce anlam veremediğim bir sessizlik oldu. Sema'ya döndüm ve ona bakınca bakınca birşeyler olduğunu hemen anladım. Evliliğimizin üzerinden uzun yıllar geçmemesine rağmen birbirimizin hal ve tavırlarından çıkarım yapabiliyor çok yüksek oranda doğru tahminlerde bulunabiliyorduk. Vereceği cevabı nereden bilebilirdim.

- Bir şey mi oldu?

Yüzündeki acıyı görebiliyordum.Bana dönmeden üzgün bir ifadeyle konuştu.

- Leman yengem vefat etmiş.

Ağlamaklı oldu. Bu habere çok üzüldüğü her halinden belliydi. Başkalarını bilmem ama vefat haberlerini ilk duyduğum an daima içim cız eder, üzülürüm. Acaba vefat eden kişi dünya hayatını faydasız uğraşlarla mi tüketti veyahut Allah'ın rızasını kazanacak işlerle uğraştı mı? Sonu belli olan istikameti düşünerek hayırlı bir ömür geçirdi mi? 

Vefat edenin arkasından her zaman söylediğim gibi "Allah rahmet eylesin" dedim; fakat Yengesinin Sema'nın hayatındaki önemini bildigim ve üzüntüsünün yüksek olduğunu gördüğüm için cenazeye katılmamızın yerinde olacağına karar verdim. 

Yola çıktık. Cenazenin defnedileceği şehir araba ile 1 saatlik mesafedeydi. Cenazenin ikindi namazına müteakkip kaldırılacağını biliyorduk. Rahatlıkla yetişeceğimizi düşündüm. Yoldayken Sema'ya dilim döndüğünce ve bildiğim kadarıyla hakkı ve hakikati anlatmaya çalıştım.

Cenaze namazının kılınacağı camiye zamanında ulaştık. Bizimkileri gördüm hemen, yanlarına gittik. Sema çocukla beraber annesinin yanına geçti. Sarıldılar.

Merhume musallanın üzerindeydi. Bu fani hayatta uğranacak son durak. İnsanın hayatı iki ezan arası kadarmış. İkinci ezanın okunmasına az bi vakit kalmıştı. Eş, dost, akraba giderek kalabalıklaşıyordu. Usulca etrafı izliyordum ve evet görüyordum ,yüzlerde, duruşlarda, kalplerde, başlarda, dudaklarda hayat devam ediyordu. Kalpler hala atıyor, ruha teslim bedenler hala nefes alıyordu. Bir tek az ötede tahta, soğuk tabutun içinde yatan beden nefesten mahrumdu artık, fakat bundan kime ne...

Burası dünya
Ne çok kıymetlendirdik
Oysa bir tarla idi
Ekip biçip gidecektik..

Cahit Zarifoğlu


Caminin avlusundan taşan cemaat durdu imamın arkasında. Ön sıra uzadıkça uzamıştı. Ben en sağ baştaydım. Fiziksel olarak uzak olsam da, gönlüm yakındı. Gönlüm dündeydi, maziyeydi, kederdeydi. Gönlüm faydasız ve zülümle geçirdiğim zamana ağlıyordu. Bir ağızdan Allah' ın selamı ve rahmeti üzerine olsun dedi cemaat. Diller haklarını helal ettiklerini söylediler ve peki ya gönüller?

Geriye çekildik, bir kısım cemaat (merhumenin oğullarının da içlerinde olduğu) tabutu omuzlayıp cenaze arabasına taşıdılar. Cenazenin defnedileceği yere biraz mesafe vardı, lakin kayınbabamla beraber ben ve birkaç kişi yürümeyi istedik. Uzun uzun çamların gölgesi altında yürürken bir sessizlik kapladı. Belki de herkes benim düşündüklerimi düşünüyordu o an. Bir gün gelecek bugün burada toplanan herkes o son ezanı duyup kendinden yaratıldığımız mübarek toprağın altına girecekti ve kim bilir devamı nasıl olacaktı...

Mezar yeri önceden açılmıştı. Görevliler dışında cenaze yakınları da mezarın etrafındaydı. Yaşlıların ve kadınların oturmaları için küçük beyaz taburelerden getirmişlerdi.Toprak kıyamete kadar evsahipliği yapacağı yeni konuğunu bekliyordu.

Cenazenin etrafındaki çemberde bulunan herkes ne yapacağını bilir bir eda ile hareket ediyordu. İki kişi mezarın içerisindeydi, merhumeyi tabuttan alıp onlara yavaşça onlara uzattılar. Merhumeyi kabre koydular, önceden hazırlanmış ince kesim tahtaları uygun bir şekilde üzerine yerleştirdiler. Bu cenazeye karşı bir saygıydı. O artık nefes almıyordu, fani hayattan ebediyete göçmüştü, fakat islamda cenazeye hürmet vardır, onu incitmeden son vazife yerine getirilir. 

Toprak yer yer insanların kalpleri gibi katılaşmıştı ve adam kazmayla toprağın kalbine darbeler indirdikçe, sanki çevresinde toplanıp,el bağlayan insanların kalpleri de yumuşuyordu. Ya da bana öyle geliyordu...


***
HALDEN GERÇEĞE
















Herakleitos'un da söylediği gibi:
Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir...

Şöyle başladı:
Çarşaf gibi bir deniz derler ya hani
Hayatın hızlı adımlarına inat
Pürüzsüz, sakin
Lakin şöyle devam etti: 
Kara bulutlar yayıldı gökyüzüne
Ardından parlak, beyaz birkaç ışık indi yeryüzüne
Ve patladı fırtına…

Dinleyin toprağa düşen damlaları...

Bak bana
Karşında gördüğün nedir
Maşuk mu yoksa zalim mi
Bak bana

Anlat bana
Erişim iznim yok
Aklındaki gizli verilere
İpucu nerde
Anlat bana

At bana
Çamurlu sözlerin bulaştığı dilinden
Şiire benzeyen bir dizeyi
At bana

Akıt bana
Üşüdüğün akşamlardan kalan gözyaşlarını
Önce yanıp sonra soğuyan yüreğini
Akıt bana

Yaz bana
Nefretle sevgiyi bir arada tutan gönlünden
Sevginden nefretini çıkarıp ve üzerine bir tutam umut ekleyip 
Yaz bana

Aç bana
Defterinden yeni bir sayfa
Ta ufuk çizgisine kadar hiç leke olmasın içinde
Sıcacık özlemlerimi dökeyim üzerine
Gel al ellerimi avuçlarının içine
Yaklaş bana





***
ZAMANDA YOLCULUK


Hava yarı aydınlık… İnce ince bir yağmur, bir rahmet yağıyor dua ile korunan o ulu şehre, Ulucaminin şehrine.

Bursa Ulucami, tüm islam coğrafyasının beşinci en önemli ibadetgahıdır. Bunun çeşitli sebepleri olsa da, tarihi caminin üç girişinin herhangi birinden girip içerdeki havayı solumak, hissetmek size her şeyi anlatır; yirmi adet kubbesi, kalın duvarlara, on iki adet yığma fil ayağa bağlı kemerlere ve pandantiflere dayanır. Özellikle tek bir çivi çakılmadan, birbirine geçirilerek inşa edilmiş ahşap oyma minberi gerçek bir şaheseridir. Minberin bir yüzünde Güneş sistemi , diğer yüzünde ise samanyolu galaksisi tasvir edilmiştir. Caminin tam ortasındaki şadırvan müminlerin abdest almaları için yapılan ve kışın sıcaklık; yazın serinlik veren etkileyici bir yapıdır.

Hikaye odur ki, zamanın hükümdarı Yıldırım Beyazıt Han Niğbolu seferinden zaferle dönmesi durumunda Bursa' ya yirmi tane cami yaptırma sözü verir. Seferden zaferle dönünce de bu sözünü tutmak ister, fakat zamanın alim ve velilerinden Emir Sultan (k.s) hünkâra şu öneride bulunur:

“Keşke yirmi ayrı cami yaptırmak yerine yirmi kubbeli tek bir Cuma selamlığı yaptırsanız hünkarım.”

Bu fikri uygun bulan Yıldırım Beyazıt Han inşaanın başlaması emrini verir. Öncelikle caminin yapılacağı arazide yer sahibi olanların topraklarının kamulaştırılması gerekir. Bu amaçla cami için uygun görülen arazi üzerinde, o beldede  kimlerin yeri varsa izin istenir. Müslüman imtihan üzeredir, elhamdülillah bunu bilen bir ümmetin nesliyiz. Bir rivayete göre on altı köşeli o meşhur şadırvanın olduğu yerde bir gayrimüslim kadının evi vardır. Kadın yerini vermek istemez. İkna edilir denilerek inşaata başlanır. Bu sırada kadına paralar teklif edilir, ikna edilmeye çalışılır, fakat o bir türlü ikna olmaz. Bir taraftan da inşaata devam edilmektedir ve şadırvanın olduğu yer boş kalmıştır. Sonra bir gece o kadın rüyasında mahşer meydanını görür. Onlardan birinin önünde vakur bir şekilde yürüyen Emir Sultan hazretlerini görür ve tanıdığı herkesin de onun pesinden gittiğini… Kendini Emir Sultan'a göstermeye çalışır, ona yanaşır; fakat Sultan ona dönüp bakmaz. Bunun nedeni olarak da şu sitemde bulunur:

“Sen bize bir cami yerini çok gördün der.”

Kadın uyanır uyanmaz Emir Sultan hazretlerinin yanına gelip rüyasını anlatır ve şöyle der:

“Ben yerimi vakfetmeye hazırım ve eğer kabul ederseniz bunun için bedel de almayacağım.”
Osmanlı Devletinin bu kadar uzun süre ayakta kalmasının sırlarından en önemlisi belki de tebaasına gösterdiği adalettir ve din kurallarını uygulamada gösterdiği hassasiyettir. Evet işte burada da bunun en güzel emsallerinden birine şahit olunur.

Kadının bu sözleri üzerine toprağı kabul edilir ve parası da ödenir. Lakin hassasiyeti belli etmek adına o bölgeye şadırvan yapılmasına karar verilir. Maksat şudur ki, gönülsüz verilen yerde en azından namaz kılınmaması, secde edilmemesidir. Aynı rüyada olduğu gibi kadın nasıl suda temizlendiyse buraya gelen müminler de burada abdest alsın ve temizlensin istenir.

Evlerin kocaman gözleri tek tek yanarken gökyüzü kara yorganını üzerimize çekiyor şimdi. Evler ışıkla aydınlanır da, insanlar nasıl haya eder, nasıl aydınlanır? Zahiri olan karanlıktır belki, lakin Şeyh Hamid-i Veli gönüller için bir ışıktır.

Hikaye odur ki, Şey Hamid-i Veli hazretleri Bursa'dan ayrılırken ,bugün dua çınarı denen yerde ona yetişir Molla Fenari. Molla Fenari , Şeyh Hamid-i Veli' ye şehirden ayrılmaması için rica eder ve çok yalvarır; ama Somuncu Baba kararlıdır, sırrı faş olduğu için Bursa’daki görevinin bittiğine inanmış ve yola öyle çıkmıştır. Molla Fenari ne kadar dil döktüyse ikna edememiştir onu. En nihayetinde şöyle der:

“Madem gitmekte kararlısınız o halde Bursa’mıza dua buyurunuz.”

Somuncu Baba bunun üzerine Bursa' ya yönünü dönerek feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için dua eder. Bugün Bursa'da bu çınarın bulunduğu yere “Dua Çınarı” denir.

Bursa, güzel Bursa, yeşil Bursa, canım Bursa. Bu şehir toprağında ecdadı, kutsalı, tarihi barındırır. Eski Bursa’nın sokaklarında gezerken geçtiğiniz her yerde, bastığınız her toprakta içiniz bir duygu selinde gezinir. Ruhunuz bazen Osman Gazinin adına hutbe okutup beyliğini ilan ettiği gün gibi coşkuludur, bazen onca fethe mazhar olup da gururun zerresini göstermeyen Orhan Gaziyi anlamaya çalışır, bazen o büyük cengâver, korkusuz hünkâr Yıldırım Hanın Emir Sultana gösterdiği tevazu altında ezilir, kimi zaman kanatlanır bir kuş olur nöbet tutar Çelebi Mehmet’ in Yeşilinde, kimi zaman çıkar bir Hüdavendigar mamur olur şehr-i Bursa gibi. İçinize bir sakinlik çöker, manevi bir huşuya bürünüp huzur bulursunuz.


***GÜNDÜZ VE GECE












Hafif hafif okşuyor
Ağaçların sarı saçlarını

Yollar huzur içinde kapatıyor gözlerini
Ve başlarını yaslıyor lamba direklerinin sakin omuzlarına

Güneşten bir gece mesafesi uzaklıkta ormanlar artık
Gövdelerinde cılız bir ışık huzmesi bir yanıp, bir kayboluyor

Günün tüm gürültüsünü, tozunu, pisini çeken yeni ve fakat ruhsuz binalar bitap düşüyor
Güneş ufukta, mavi bir serinliğe dalarken

Yeryüzünün en özgür canlıları onlar
Yaradan’ın emriyle hayata kanat çırpan kuşlar
Çekiliyor emin sığınaklarına

Aydınlık sokakların hakimi kediler
Köpeklere nöbeti devrediyorlar

Toprak damarlarına nefes pompalarken
Gökyüzü ışıltılı bir şölene ev sahipliği yapıyor

Ve kim bilir hangi günün gecesinde
Bir adam yakıyor tüm zihin kandillerini


***
ÜMİT












Önce sakinlik kaplar tüm bedenimi
Bir söyler, iki dinler yüreğim
Hatta öyle zaman olur
O biri dahi söylemez dilim
Susar

Kelimeler tane tane yağmaya başlar
Sanki devamı hiç gelmeyecektir sayfaların
Sonra jilet gibi kesilir birden
Sükût, sükût, sükût...

Pat diye bir ses
İşte başlıyor yine iri taneler yağmaya
Bu cılız bedenin canı ne ki
Neden bu kadar sert düşüyor camlara haykırışlar
Ne olur dikkat
Cam kırıkları kesmesin ayakları

Dilsiz olmak varken, dilsiz ve sağır
Mümin kişi şöyle yalvarır:
Fani hırs ve kibrimizden sana sığınırız
Yarabbi!
Affet bizleri, arındır kalbimizdeki fenalıktan
Ki zerresi kirletir onu

Önce iri taneler ufalır
Gitgide şiddeti azalır
Küçük küçük
Tavsiye niteliğinde sözcükler kalır geriye

Nihayetinde tamamen susar
Yüzünü aşağıya çevirdiğinde
Şunları görürsün:
Bitap bir beden
Harab bir yürek
Ve inşallah şunu da seçersin içlerinden:
Hakk’a doğru temiz bir yöneliş



***
BİR YÜREK İKİ SEVGİ









"O benim yavrumun yavrusu"
Dedi ve gözleri nemlendi
Uzun uzun dalıp gitti
Dünyamın kıyısız sahiline

İçinde bir anne ürkekliği uyandı
Küçücük bir nefese hassasiyet
Hele bir de inleyecek olsa
Dağları yerinden oynatacak

Sen benim arkadaşımsın
Sırdaşımsın dedi sonra
Aklının derinliklerinden
Anılarını döküverdi
Kabaran yüreğini
Dostun sözüyle dindirdi

Hangi ruh düşer yüreğe böyle
Onunkinden başka
En karanlık anda bile
Sevgiyi söylemekten aşınır dudakları

Şimdi sorsalar bana
Ne götürmek isterdin diye
Yanında her gittiğin yere
Yavrusuna bakıp da
Gözlerinin içi gülen
Annenin sevgisini
Derdim usanmadan.

***
DİVANE














Durdu mu kendin bekçi sanır,
Baktı mı kendin şahin sanır,
Konuştu mu kendin alim sanır,
Şu bizim divane Âdem

Selam edersin boşa gider,
Kelam edersin boşa gider,
Us sorarsın pişman eder,
Şu bizim divane Âdem

Yukarılara boynu eğri,
Aşağılara sanki selvi,
Bir de uçtu mu leyli leyli,
Şu bizim divane Âdem

Akçenin sözünü et yeter,
Şimşek gibi hareket eder,
Yapar, bulur, elde eder,
Şu bizim divane Âdem

Çarşaf çarşaf yalanı var,
Karış karış talanı var,
Lakin unutma;
Rabbin de bir hesabı var,
Oldu mu bizim divane Âdem


***
NÖBET VE MEHMET









Uzakta, taa uzakta
Uzun ince bir yol,
Yol mu yoksa patika mı?
Etrafı sarı otlar bürümüş,
Bir kollukluyla iki Mehmet,
Yürüyorlar peş peşe.
Hava soğuk, gece zifiri,
Cılız bir direk lambası,
Uzakta, epey uzakta,
Yetmiyor yollarını aydınlatmaya.
Fener yasak, mum yasak,
Hain gözler pusuda, merak.
Siyah boşlukta,
Tozlu patikaya, bazen de taşlara çarpan postalların sesi,
Bedenler yorgun, gözler yarı kapalı,
Ağızlar mühürlü sanki.
Mehmet`in aklı belki memlekette, belki anasında, belki bir çift ela gözde...
Birden bir ses:
-Dur, kimdir o?
Alışılagelmiş bir diyalogun ilk cümlesi,
-Nöbetçiler
-Parolayı söyle
-Yıldız
-Ay
Ve "Yaklaş" der kulübedeki.
Kısa bir sohbetten sonra,
Diğer ikisi takılır kollukçunun peşine,
Yeniler de kulübeye.
İki Mehmet’e dar gelir kulübe,
Biri çıkar dışarı,
Eli tetikte, çapraz tutuşta.
Gözler bir karşı tepede,
Bir de geldikleri yokuşta.
Öteki başlar inceden bir türküye,
Buğulu bir ses duvarları deler, gelir:
"Allı turnam selam götür sevdiğimin diyarına...
Üşümesin, ağlamasın belki gelirim yanına..."
Yüreklere bir hüzün, bir ağırlık çöker,
Düşünür diğeri bu iki saat nasıl geçer?
Hâlbuki ne iki saatler geçti,
O da bilir,
Bilir de, yine de sorar.
Aklı hep bu karışıklıkta da olsa,
Orada olmasının kutsiyetini
Söyler ona içindeki ses:
"Uzaktaki o evde,
Rahatça alınan bir nefes,
Senin sayendedir Mehmet`im.
Vakit,
Türk evladı olmanın,
Vatanında hür yaşamanın,
Bedelini ödeme vaktidir Mehmet’im."

***
KAKİKATİN SESİ



Bülbül hayvanatın şairidir
Bu kelam Tapduk Emre tabiridir
Geçer onu seyre tüm tabiat
Onun sözü hep hakikidir.

Tan yeri gelir güneş üstüne
Deniz-Derya olur mercan üstüne
Bir çift göz bakar ırak illere
Vakit sılaya veda vaktidir.

Dilim söyler, gönlüm ağlar
Elim yapar, gönlüm ağlar
Gözüm durmaz, gönlüm ağlar
Bunlar nefsin gafletidir.

Cenktir yurt alır
Ekindir yurt tutar
Şayet sahip çıkarsan
Sana mabut helalidir.

Susma bülbül, kurban olam susma
Yedi düvel bir olsa da susma
Toprağıma düşse de şüheda kanı
Senin sesin, ezan gibi istiklâl kavlidir.


***RAHMET








Rahmetin aksi düşüyor şimdi yeryüzüne
Toprak mutlu
Çiçekler doğrulup
Çeviriyorlar başlarını gökyüzüne
İçiyorlar damlaları kana kana

Yuvasından çıkan bir karınca
İncecik kollarını kaldırıp
Şükrediyor sebebi yaradana
Şuurlu bir eda ile
İman dolu bir yakarış gözlerinde
Ülkenin bir başka köşesinde 

Kuraklık sonrası
Yine aynı rahmetle yıkanan bir köy
Kaplar doluyor, yürekler boşanıyor
Hakkı anan dudaklar duadan aşınıyor

Virane bir konağın ön bahçesinde bir garip serçe
Daldırıp duruyor başını
Kurumuş kuş çeşmesine
Tam ümidi yitirip, selamsız uçacakken
Bir başka menzile kanat çırpacakken
İnletiyor semayı o kudret sahibi
Kendine sığınana veriyor nasibini

Issız bir çöl
Ortasında bir büyük ordu
En ön safta bir yiğit
Yavuz Sultan Selim Han
Hak yolunda bir Hakan
Diyor: "Medet Ya Rabbi!"
"Gaza erlerine yardım et!"
Derken göğün mavisi çekiyor üzerine kara bulutları
Dökülüyor alınlarına matar damlaları.


***
BEKLENEN








Derin bir özlemin izindeyim bu aralar,
Yangınıma dumanı tütüyor evlerin,
Aklımın ziline basıp basıp kaçıyor kelimeler,
Ha bugün, ha yarın gelecek diye beklerim.

Kimliğim gibi onu yanımdan hiç ayırmazdım,
Hatta kimliksiz kalır, onsuz kalmazdım,
Bilmiyorum neyledim, ne kabahat işledim de
Yırtılmıyor perdesi onu gören gözlerin.

Bu ayrılığı sana olan sevdam çeker mi?
Ya sorarım sana:
Senin gözünde ham meyva on para eder mi?
Bırak da yaksın beni bu ateş, olgunlaşayım,
Nesillere aşkı öğreten bir el olayım.

Çağırmaz mı artık karanlık beni yanına?
Lambası titreyen ışık yoldaş olmaz mı bana?
Kahredemem beni saran güzelliğin esaretinden,
Lakin vazgeçemem nazım ümidimden.

***
SABIR








Sanki hep oradaymışsın
Yanıbaşımdaymışın gibi
Yıkık dökük hayallerin ardından geldi aşkımız

Perdesine sığındım penceremin
Ay misafir oldu bana
Geldi oturdu yanıma
Sobam ısıtıyordu belki evi
Fakat hasretlik titretiyordu geceyi

Zamansız bir çölde kaybolmuştuk
Su ne arar, ses bile yok;
Aşkın hayaline kul olmuştuk
Yar ne arar, ten bile yok

Deliler sarmıştı dört bir yanımı
Anlamıyorum, anlamıyorum anlattıklarını
Zihnimde bir sis perdesi var
Yok, olmayan yar gölgesi var

Hakikatmiş meğer bu toprağa değen eller
Boncuk boncuk alnımdan dökülür terler
İşte o an aralanır sis perdesi
Kıpırdanır ufak ufak akıl zerresi

Kilit kırıldı, us açıldı artık
Bak havalandı ruhum pencereden
Bilinmezliğin kırıntısı bile yok artık
Bırak şu miskinliği tez elden

Aç ellerini semaya
Ve gönülden yakar Allah'a:
Sabır ver Yarabbi!
Sabır ver Yarabbi!

***


DÜŞÜNDÜRDÜ SENİ BANA











Gül iken solan sümbül
Düşündürdü seni bana
Yelden gayrı esen bülbül
Düşündürdü seni bana

Dağ başında dertli kayık
Su içinde yolcu balık
Hele köy türküsü yanık yanık
Düşündürdü seni bana

Kapı önleri ayaz ayaz
Kara kış ardından gelen yaz
Nergis kokusundaki o haz
Düşündürdü seni bana

Gecemdeki günüm
Günümdeki gecem
Yavuz otağındaki acem
İlk adımda çıkan hecem
Düşündürdü seni bana


***
DEVA















Şehrimin sokakları gül kokar,
Tenimde bir bıçak yarası
Bu koku devadır ancak bu yaraya
Sonra karanlık kalkar,
Perde açılır, her şey anlaşılır
Yâridir, dolaşır sokakları
Bir ben hislerim,
Bir ben bilirim,
Bir ben koklarım.

***
SENSİZ...‏














Sensiz dakikalarım
Sessiz bir çığlık içimde
Çayla karışık bir yürek sızısı
Bir beyaz güvercin tenimde çırpınan
Sensiz dakikalarım
Duvarsız kapılar
Karanlık, yitip giden bir gecede
Yerdeki kırık camlar…

Harabe, yıkık bir evde
Sensiz dakikalarım
Kimsesiz bir adam darağacında
Kanlı bir gömlek yerde yatan
Ve olmadık hayale muhtaç bir mahkûm

Sade bir yıldız titremesinde
Sensiz dakikalarım
Soğuk ve ıslak
Bir metal para dipsiz kuyularda
Bir ürkek sokak lambası
Yalnızlığa aşina sokaklarda
Sensiz dakikalarım
Tanıdık bir yüz
Selamsız bir gülüş
Ve ansızın kaybolan yıllar.


***

ACİZLİĞİN GÖLGESİNDE‏

En nihayetinde 
Sonunu düşünmemezlik etme
Gelecek olan gelir sana
En güzel sevgi ve düşünceyle…




Bazen düşünüyorum. Her şey bitecek. Bugünkü hüzünlerimiz, sevinçlerimiz, telaşlarımız, önyargılarımız, hayallerimiz ve en nihayetinde hayatımız sona erecek.

İnsan eşref-i mahlûkat olarak nitelendirilmiştir, fakat onun aciz bir tarafı da vardır. Evet, insan acizdir. Nefesi boyunca mücadele verdiği bir hasmı vardır: Nefsi. En ufak bir delik bulsa hücrelerinden içeri sızar insanın. İnsan savaş içerisindedir ve sürekli bu savaşın galibi değildir. Bazen mağlubudur da.

Biz yolun sonunu asıl istikametimizi bilmemize rağmen, neden yanılırız. Asıl istikameti sadece bir cuma vaazında; anne-baba öğüdünde ya da bir dost sohbetinde mi hatırlamalıyız? Modern evlerimizde karanlıkta kalınca nasıl elektriğe özlem duyuyorsak, aslında asıl istikamete ve bu uğurda yapılacaklara da öyle özlem duymalıyız. Lakin ne yazık ki öyle olmamakta... Zaman zaman öfkenin, ön yargının, gıybetin cezbedici hali gözümüzün önünde zuhur edip bizi çağırmakta. Anlamsız çekişmeler içerisinde boğulmaktayız.

Dünyadaki zamanımızın ne kadar kısıtlı olduğunun hepimiz idraki içerisinde miyiz? Kaçınılmaz sonumuz o meşhur musalla taşı aslında. Ebedi âlem iştirakimizden önce bize, dünyada kaç insanı acı ve iğneleyici sözlerle alt ettiğimiz; yüzüne konuşmaktan korkup da kaç insanın arkasından konuştuğumuz; bir ortamda sırf nefsin hoşuna gidiyor diye namünasip ifadelerle, yüksek perdeden kahkahalar içerisinde atıp tuttuğumuz; en yüksek, yükseklerinde yükseğinde tahsil gördüğümüz; zengin olmadığımız halde öyle görünmeye çalıştığımız; haksızlık karşısında, sırf bize zararı dokunmasın diye suskun kaldığımız için mükâfat verileceğini mi sanıyoruz? Yazık. Yazık ki ne yazık. Gerçekte böyle olduğumuzu görmek, örneklerine her gün şahit olmak kahrediyor beni.

Ebedi hayatımızdan önce konakladığımız bir han olarak düşünmemiz gereken dünya hayatında ne çok zulmediyoruz kendimize. İnşallah ruhumuzdaki kirlerden arınmak zamanıdır şimdi. Gelin bir olalım, bir düşünelim, bir konuşalım. Ve bataklıkta çırpınan ruhumuza bir el uzatalım.


***

KELEBEK ZAMANI



Kelebekler zamanı şimdi
Uçsuz bucaksız tarlara
Kanat vurmak zamanı...




***
YOLUM VAR UZUN












Ağustos sicağinin yakışında
Sırtımdan akan terin ıslağinda
Sorarim sana ey dost,
Niyeti salih olana çalışmak zor gelir mi?
Aşkını sırtına giyene,
Dünyayı sürmek çok gelir mi?
Yine de güzel diyorum
yaşamak…

Ali amcanın bir ekmek için,
Uçurumun kenarında yürüdüğü,
Akşama bitap düşüp de,
Yine de alamadan gidişini,
Hakkını zalim köleden,
Paranın pulun kölesi olmuş,
Ağadan beyden.
Hepsini biliyorum,
Bilmez sanmayın ,
Saf Anadolu çocuğunu
İçi yeni yuğulmuş yorgan kokan,
Saf Anadolu çocuğunu,
Bir bilir, beş bilir, on bilir de
Susar edebinden,
Atar dipsiz kuyularına,
Lakin
Öyle bir gün olur ki,
O sakin deniz,
Bir balyoz olur da,
İner hakkı yiyenin,
Hakkettiği kafasına...



***

AŞK-I HAKİKİ













Üzülme bu gece de mehtap suya düştü diye,
Yıkanıp kurtulmak diler,
Dünyanın kirinden, pasından,
Yeni esvaplarını giyinip,
Çıkmak ister,
Yârinin karşısına,
Dünyalık değildir onun derdi,
Kavgadan, gürültüden, hayâsızlıktan uzak,
Hiçbir âdemoğlu değmemiş,
Dağlarda, taşlarda,
Yaratılan en güzel yemişlerde, kuşlarda,
Arar saadetini biçare,
Dolanıp, dolanıp da aradığı,
Bir aşk ki candan öte,

Öyle bir aşk ki aşktan öte...

***

BEN SENİ









Ben seni…
Loş odayı aydınlatan titrek mum ışığında,
Bir dolmuş durağındaki yalnızlığında,
Yağmurdan kaçıp saklandığın o saçak altında,
Bir çocuğa duyduğun sevginin sıcaklığında,
Ansızın karşına çıkan eski bir dost gülüşünde,
Beraber arşınladığımız yolların keyfinde,
Üzerine giydiğin hatıralar tadında,
Gözlerinde yanan umut ateşinde,
Yüreğinde kopan fırtınalar içinde,
Sus pus kaldığın anların hepsinde
Tüm bunların üstüne;
Adımı duyduğun an
Seni esir alan heyecanların

Tam ortasında, seviyorum...

****

GÖZLERİM EMANETİMDİR









Gözlerim emanetimdir sana,
Gülüşüm de,
Karanlık köşelerimdeki aydınlığım,
Düşlerimdeki o yemyeşil çınar ağacı,
Ve ağaçta sallanan o küçük çocuk,
Penceremden akan yağmur damlası,
Kitaplarımın içindeki o mis koku,
Annemin bana olan şevkati,
Babamın göstermese de bana olan o büyük sevgisi,
Emanetimdir sana.
Tüm bunların ötesinde
O içten, sıcacık, tertemiz, koşulsuz sevgim
Emanetimdir sana
Ay yüzlüm.

***

GELDİ GEÇTİ ÖMRÜM BENİM











Gözlerinden akan yaşlar kadar ömrüm geçti benim,
İlmik ilmik işledi dünyanın hüznünü neşesini,
İçli içli söyledi aşığın şiirini, türküsünü,
Kah gam etti, kah keder;
Lakin insan bilir mi ki,
Dünya kaç para eder?

Yüreğine dokunan hisler kadar ömrüm geçti benim,
Her tarafta aradı gönlünün neşesini,
Dağları aştı, denizleri geçti,
Leyla ile mecnuna karıştı;
Lakin bir türlü anlayamadı,
Bunun zamanı neydi, kaçtı?

Okuduğun kitaplar kadar ömrüm geçti benim,
Yazılar yazdılar üzerime,
Sözler söylediler lehime, aleyhime,
Yine de dinledim, hep dinledim,
Hiç kahretmedim.

Yürüdüğün yollar kadar ömrüm geçti benim,
Ben yürüdüm, yollar yoruldu,
Yollar yürüdü, ben yoruldum,
Bir soluklandım, bir arşınladım,
Ermek niyetiyle gülün saadetine.

Yalnız gecelerde düşünmelerin kadar ömrüm geçti benim,
Dalıp dalıp uzaklara giderken,
Sigaramın dumanı arkadaşlık etti bana
Ve sessiz bir türkü söyledim içimden.

Sevgiyi ve hüznü tattığın anlar kadar ömrüm geçti benim,
Bir çocuğun gözlerinde gördüm sevgiyi,
Bir ninenin ellerinde kokladım hüznü,
Sonunda anladım:
Hem acı varmış bu fani ömürde
Hem de tatlı
Hem sevgi varmış gönüllerde
Hem de nefret
Lakin ben sevgiyi seçtim ikisi arasından
Ve Mevla’m nasip eyledi o ceylan bakışlımı,

Alların, yeşillerin arasından…

***

GÖNÜL ARZUSU


O kadar büyük olsun ki,
Tebessümlerinin içindeki haleler,
Seni de, beni de içine alsın.

Dalgalarının en şiddetli anında bile,
Kaybolmayayım maviliklerde.
Rüzgârın alıp uçursun beni,
Hiç bilmediğim diyarlara.
O taptaze ellerle,
Toprağın yoğursun beni,
Keşfedeyim bilmediğim sırlarımı.
Sevgin kuşatsın dört bir yandan,
Hasretin yerini 
Vuslata bıraksın.
Umuda bıraksın
Karanlıklarım yerini.


***

ABC












Kelimelerim ilki oldun sen,
Yanağımdan süzülen ilk gözyaşım,
Karne sevincim,
Yaz tatilim,
İlk sakızlı dondurmam,
Bisiklete bindiğim ilk an,
Ve babamı iş dönüşünde 
Kapıda karşıladığım zaman
Duyduğum sevinç oldun.
Göz bebeklerimde büyüdün,
Nefes alışlarımda ölümsüzleştin...

***

DUA











İncinmesin,
Kırılmasın,
Bükülmesin
O narin yürek
Düşmesin o gözlere
Bir damla yaş


Dudaklar büzülmesin ağlamaktan
Yüzün düşmesin kederden, ayrılıktan
Bilirim çaresidir sevdiğinin bir çift tatlı sözü
Merhamettir bakışlarının özü,
Yüce Mevlam rahmetidir yüzündeki tebessüm,
Onun hediyesidir çünkü bu fani ömrüm.



***

ŞEHİR
















Gecenin karanlığı bir örtü gibi serilir şehrin üstüne,
Şehir kimsesiz bir çocuk gibidir böyle anlarda,
Buruk ve biraz da sitemkâr,
Yüzüstü bırakılmak, çaresizliğe terk edilmek, 
Büsbütün onu içine kapatır.
İçinin derinliğini yitirir bir anlamda.
Bir varoş sokağının köşesinde,
Dışı sağlam gibi görünse de.

Zaman zaman durgunlaşır,
Uzaklara dalar gider,
Ona hayat veren ışığı, sıcaklığı özler,
O anlarda.
Gözlerinden bir damla yaş süzülür,
Dudaklarına kadar ulaşır
Ve kaybolur arka sokaklarda.

                                             

***

AŞK HAYALİ











Toz kaplı merdivenlerinden çıktım ağır ağır
Araladım kapısını hayatın
Gün gözlerimi kamaştırdı ansızın

Âma oldum ışığın kuvvetiyle
Sonra normalleşti her şey
Merak ettim neydi bu
Melek kanadındaki nurdu yüzün


Bir hayaldi
Umulmadık anda zuhur eden bu güzel
Gözlerim hapsoldu gözlerinin içinde
Yüreğim kavruldu bu sevda ateşinde.

2 yorum:

  1. Gözlerim hapsoldu gözlerinin içinde
    Yüreğim kavruldu bu sevda ateşinde.

    YanıtlaSil
  2. Bir insanın yüreğine dokunabilmek çok zordur..Fakat bu şiirler zoru başarmış..:)

    YanıtlaSil