SOKAK/Derya Bayton

Gölgesi, çelimsiz vücudundan büyük sevimli bir çocuğun ayağının altında çiğnedi, tuğla duvarıyla sağ köşemi boyuna kesen, kırmızı boya ile örülü evin kırık-dökük, balkonun paslı demirleriyle çevrili terasından üzerime boca edilen su kadar soğuktu taşlarım. Ağustos ayı sıcağı haricinde alnımın ateşler içinde yandığını da bilmem. Nisan yağmurlarında ılık olur biriken oluktan akan damlaların bütünlüğü gölcükler. Tıpkı ağlar gibi. Yanağınızdan süzülen, teni yalayıp geçen gözyaşları gibi tuzlu mudur bilmem. İçinde kâğıttan gemi kaydıran çocuklar belki bilir. Dokunsalar anlarlar ana yüreğinde yoğrulan şefkat gibi sarmalayan sıcaklığımı. Dört mevsimi kendi içimde yaşarım. Sadece başıboş hayvanlar bilir, en çok da tekir kedi. Sahipsizliğine gocunması, kasabın önündeki sulu ete işkillenmesinden mi bilinmez. Bir acı miyavlama… Tam şura; nabzımın attığı, kimsenin kimsizliğimi bilmediği orta noktada… Günün sabah saatleri ile güneşin terk edip evine döndüğü saatlerin aydınlattığı bir parçam; sonrası hep karanlık, buhran bir yalnızlık. Kaç adı bilinmeyen siluetler ezip geçer üzerimden. Anlamazlar orada olduğumu, seslerine ses verdiğimi. Derin bir kuyunun içine fırlatılan çakıl taşları gibi havada asılı kalan, uzaklarda bir yankı edası ile sağa sola dövünen sesim. Yitikliğime bir kanıt daha mı?
Geçenlerde uğrak verdi yine bu çelimsiz çocuk. Mutlu gibiydi, ayağının altında ben, tepindi durdu. Tap tap ayak sesi. Günün ikindiyi vurduğu saat, tik tak. Kırmızı boyalı, paslı demirli yıkık evin karşı yakamda bulunan, adı Blum, caz mıdır nedir, müzik yapılan yerden daha güzel bir şarkı mırıldandı boşluğa doğru. Gerçi saksafon sesini severdim. Adına tekerleme diyor. Hep bir ağızdan diğer yaramazlar da eşlik etti. Sahip ve ait olunan soğuk, karanlık, küflü ve rengârenk boyalı duvarlar, tüm varlığımla ritim tuttum. Bilmem onlar anladı mı? Bilmem anladı mı? Mutluydu, ben mutluydum.  Arkadaşım olur mu, yine gelir mi bilinmez. Uzun süren kışın ardından, gebe, kuru ağaç dallarından tomurcuklanan sürgün yeşili yapraklar gibi belki bahara gelir, belki gelmez.
Sürekli adres değiştiren insanlara anlam veremedim, oysa onlar kendi içinde yalnızlar. Çünkü hiçbir yere ait olamamışlar. Aitlik nedir bilmiyorlar. Ben kendi varlığımdan başkasına ait olmadım. Eğer köşesinde sivri çıkıntılarıyla örülmüş tarih kadar eski taşlarım olmasa tanrı var mı diye de sorgulardım. Hani hiç sorgulamamış değilim. Evet, yaptım ve tanrı var biliyorum. O olmasa birilerin takılıp kaldığı derin, kendi iç âlemleri dışında dış dünyayı unutmuş dalgın insanların, kırılmış taşları emanetçi kıldığı çamurlu çukur kuytularım olmazdı. Her iki tarafıma yaslanan renkli dükkânlar, iki ruh birbirine bu kadar yakışamaz ve onlara refakat eden gölgeler, nasıl unuturum ilk ziyaretçilerimi, en son onların veda ettiğini.
Yaşamak için ne çok sebebi var insanoğlunun bir bilseniz, ya ölümü istemek için ne çok acı. Geçenlerde, hani tekirin müdavimi olduğu kasabın bitişiğindeki dar basamaklar ile tırmanılan ahşap döşemelerin gıcırtı senfonisini resmileştirdiği, silik hikâyelerin örüldüğü, sıvası dökük duvarlarıyla yükselen dört katlı otelin arkaya bakan odasından çıkartılan paçavralı ceset, sınırlarım içerisinde dedikodu olmaktan çok uzaktı. Anılar anı olmaya mahkûm edildiğinden beri, insan kalbi dört odacıklı olmaktan çıkmış. Tanrı, şefkat, vefa en önemlisi insanlık unutulmuş. Unutulanları sıralarken fark ettim, anlatılanlar içinde ne çok kendimi unutmuşum. Şimdi hatırlıyorum da sokak...
Sokak benim yalnızlığım.
                                                                                           

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder