ESKİ MARAŞ / Hasan EJDERHA

            İlk amele kamyonuyla gelmiştim şehre; şehr-i Maraş'a. Şehre gelmek dedimse, köy garajının önüne duran amele kamyonunun, orada alışveriş için birkaç saat eğleşmesiydi. Bizim şehri görmüşlüğümüzse, babamın, seyyar dondurmacıdan aldığı, daha yalamadan eriyen, küçücük bir külah dondurmadan ibaretti. Esas köyden şehre varmam, ilkokuldan sonra okumak için şehre geldiğim zaman olmuştu…

            Bizim köy ile Şehr-i Maraş’ın arası otuz kilometre civarında olsa da, ortaokulu okumam için ilk şehre geleceğimin akşamı; bir kat yatak, bir torba bulgur, bir torba mercimek, döğme ve domates biber salçası; biraz tere yağ ve bir bidon sade yağ ile birlikte denklerim hazır edilmiş, amcamlardan, halamlara kadar herkes bizim evde toplanmıştı da nasihatler edilmişti bana.

            Annem: “Kızlarla konuşma!”

            Babam : “Sinemaya ve kahveye gitme!” demişti.

            Ben kötü bir çocuktum herhalde ki ikisinin de nasihatini yerine getirememiştim. Anacığımın kastettiği manada kızlarla konuşmamıştım belki; ama sinemaya da kahveye de gitmişliğim çok olmuştu.

            Kahveye gitmek tam bir racon işiydi o zamanlar. Ayrıca herkes her kahveye de gidemezdi. Ülkücülerin gittikleri kahveler ayrı, solcuların gittikleri kahveler ayrıydı. Mesela Ülkücülerin gittikleri kahveler bile kendi aralarında derecelere ayrılırdı. Öyle bir miktar kırık ayak işlerine bulaşmış, cebinde kaması falan olan ülkücülerin takıldıkları kahveye herkes gidemezdi. “FUL” vardı ki oraya ağır abiler takılırlardı. Marmara Kıraathanesi sonra… Bir de plak çalınan kahveler vardı. Hatırı sayılı ağabeyler koydurabilirdi istediği plağı… Öyle her isteyen her plağın çalınmasını talep edemezdi. Sonra çay bahçeleri: Hâlâ mevcut olan Batıpark, Pınarbaşı ve şimdi kapanan Çocuk Bahçesi ve Akgül; bizim neslin ulaşamadığı, kahvecilerin adıyla alınan kahvehaneler…

            Fakat yetmişli yılların kahvelerinin çoğu ve en önemlileri, babamın “oğlum kahveye gitme” diye tembihlediği manada; kumar oynanan, pis işlerin döndüğü kahveler değildi. Birer kültür ocaklarıydı adeta. Birinde yetişip, diğerine gidebilme hususunda terfi edilen dereceli yerlerdi.

            Sonra bu günün sivil toplum örgütlerine denk ve hâlâ tesiri süren ve çoğu bu gün, güncel isimleri ile devam eden güzelim kuruluşlar vardı: Milli Türk Talebe Birliği, Ülkücü Gençlik Derneği, Akıncı Gençlik Derneği, İmam Hatipliler Derneği gibi…

            Sinema: Ah o yılların sinemaları…

            Babamın “Sinemaya gitme!” nasihatine, tembihine rağmen gittiğim sinemalar... Aile filmlerine, Yılmaz Güney’in, Cüneyt’in, Orhan Abi’nin filmlerine giderdik en çok. Eee… Ferdi Tayfur’un filmlerine de gitmişliğimiz vardır elbette. Fakat Ferdi’nin filmlerinde, sinema kantininde satılan biralardan alarak içip, sonra da “ah ulan aahhh!” diyerek bira şişesini perdeye fırlatanlar olduğu için pek tercih etmezdik bu tür filmleri. Daha doğrusu bizim âlemde “kız filmi” diye adlandırılırdı aşk meşk filmleri. Sinemalarda bizim de değişmez içeceklerimiz vardı: Ahırdağ Gazozu ve yanında Maraş’a has çörek.

Yazlık sinemalarda, (o zamanın tabiriyle) aile filmleri, Renk sinemasında vurdulu kırdılı film. (Dövüş filmi) Başka bir tabirle Çin Filmi ya da Burucelli (Brus Le)… Bingöl ve Çiçek Sineması’nda ciddi filmler… Necip Fazıl üstadın konferanslarını verdiği Atlas Sineması’nda yine ciddi filmler ve Ceylan, Şan gibi sinemalarda vurdulu kırdılı filmler ve diğer her türlü filmler oynatılırdı.  O yılların, yani seksen öncesindeki küçücük Maraş Şehri’nin ne kadar da çok sineması varmış meğerse.

            Maraş’ta sinema çok önemliydi. Ya hafta içinde bir çocuk gönderilerek oynayacak filmlerle ilgili “GARTELE”lere (Afiş) baktırılır. Ya da bizzat mahalleden birkaç kişi giderek, o hafta vizyona girecek filmlerle ilgili bilgi getirirdi mahallenin çayhanesine. Zaten çayhanede birisi duydu mu, mahallede hemen herkesin haberi olurdu o hafta oynayacak önemli filmden.

            Cumartesi günü çalışmayanlar, çalışmayanlar diyorum: Zira her okula giden çocuk aynı zamanda da bir dükkânın çırağıydı nerdeyse. Sinemaya gitmek için biraz erken çıkılırdı
mahalleden. Film öğleden sonra iki de oynayacaksa, on ikide inilirdi çarşıya; TEKSAS, TOMMİKS, ZAGOR okurduk bir miktar. Bakması beş kuruş, okuması on kuruştu; çoğumuz bakma parası verir, resimlerine bakıyormuş gibi yaparak hızlıca okurduk.

            Cumartesi ve Pazar günkü filmlere gidenlerin içindeki öğrencilerin çoğu köyden gelen çocuklar olurdu. Şehirli çocukları daha çok aileleriyle, aile filmlerine giderler ve bu kesimler genellikle yazlık sinemaları tercih ederlerdi. Kış günleri, günler kısa olduğu için, bir de herkes işinde gücünde olduğu için herhalde; şehrin yerli ahalisi aileleriyle birlikte çok sık sinemaya gitmezlerdi kış aylarında. O yıllardan biraz daha önceki yıllarda ise sinemaya gitmeyi çok iyi saymazlardı. Babamın bana “sinemaya gitme!” nasihati de o zamanların bakışından kaynaklanıyordu herhalde. Filmlere yaklaşımlar hususunda anlatırlar ya hani: filmde adam kızı terkisine alıp kaçırırken, izleyenlerden birisi belindeki tabancasını çekerek perdeye boşaltmış. Yanındaki arkadaşları: “Ne yapıyorsun sen?” deyince Adam: “Dayanamadım arkadaş, kızın kimsesi yoktu!” demiş ya! O kadar değilse bile, daha o yılların heyecanı sürüyordu benim çocukluğumda; salonda bulunanları çoğunluğu, filimde olanların hepsinin gerçek olduğuna inanır ve öyle tepkiler gösterirlerdi.

            Köyden şehre varanlar kısa zamanda bütünleşiverirlerdi şehirle. Kahramanmaraş bu manada şehirdir mesela… Kayseri şehir, İstanbul şehir, Ankara kent, Bursa şehir, İzmir’in kent, Erzurum’un şehir olduğu gibi… Şehre gelenlerin şehirle bütünleşmesinin yanında, kente gelenler gecekondu oluşturmak zorundadırlar. Bu manada köyden şehre gelenler, kısa bir zaman sonra kendilerini şehrin kültür hayatı içinde buluverirlerdi. Oysa kentlere gelenler gecekondulara kendi şehirlerinin, köylerinin, kasabalarının kültürünü taşırlar...

            Bir de artistler gelirdi yazlık sinemalara…

            Bizler her zaman olduğu gibi bilet parası bulamazdık ve yazlık sinemanın duvarına tırmanıp, gelen artistleri canlı canlı görmenin mücadelesini verirdik. Mesela; Kale Yazlık Sineması’nda böyle bir programda duvara tırmanmıştım da perdeye yakın bir yerden, Yılmaz KÖKSAL, elimden tutarak beni yazlık sinemanın içine almıştı da aklımdan olmakla karşı karşıya kalmıştım.

            Sonra bakkallar vardı ve diğer dükkânlar… Elindeki torbanı, sepetini o dükkânlardan birine bırakıverir de gidip çarşının başka bir yerindeki işini görürdün. Köy garajları çevresine sıralanmış bu dükkânların en önemli misyonu da o dükkân eliyle posta adresleriydi.

Köyde, dedemden kalma evimizin yıkıldıktan sonra bir köşeye atılan kapısının, tahta aralarına, soğuk gelmemesi için yapıştırılan, babamın askerlik mektubunu ve mektup zarfını kapıya hamurla yapıştırılmış bulunca, ustalıkla çıkardık oradan; eski kitaplar tamir usulü ile. Zarfın üzerinde: “Sokak başında bakkal Ahmet Çavuş eliyle Karadere/Harmancık Köyü-Kahramanmaraş” yazıyordu. Bizim çocukluğumuzda bu dükkânlar hâlâ misyonlarını devam ettiriyorlardı. Bazı mektuplar; Andırın Garajı civarında bakkal Çoban Fakı eliyle Karadere/Harmancık Köyü Kahramanmaraş, Bazısında ise; Sokakbaşı’nda buğday arasası sahibi Balbaba eliyle Karadere/Harmancık Köyü-Kahramanmaraş yazıyordu.

Şimdi oralara o sepetleri, çuvalları, torbaları koysan çalınır mı; bir dükkânın eliyle mektup göndersen posta ulaşmayan yere sorumluluk alarak gönderilir mi bilinmez ama iyi esnaflardı o zamanları esnafları ve birçok işlevleri vardı. Şimdi bir tuvalet kâğıdı almak için kasa önünde sıraya girilen AVM’ler için ne düşünürdü acaba o zamanın esnafları diye söze başlarsak bitiremeyiz. En iyisi bitirelim; özledik şehirlerimizin eski samimi havasını vesselam. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder