DEDEMİN HİKÂYESİ / Hasan EJDERHA


Kurtuluş savaşı gazisiydi dedem. İlk konuşmanızda çok sert görünüşünün altındaki yumuşak yüreğinin farkına varırdınız ama onu herkes çok sert birisi olarak tanırdı. Onunla bir iki kelime konuşmuş olanlar, anlarlardı asıl yüreğini ve yumuşacık meşrebini…

En umulmadık meselelere en umulmadık tepkiyi verirdi. Mesela, çocukluğumuzda, amca çocukları ile bize abdest almasını öğretirken, yüzük parmağını öbür eli ile sıvazlamayı unutana fena kızardı. ”Yüzüğün altı kuru kaldı” diye celallenirdi. Hepimiz parmağımızda yüzük olmadığı halde, yüzük parmağını sıvazlayarak, yüzüğün altını da ıslatmayı öğrenmiştik; çoğumuz o hareketi abdestin şartlarından sanarak yaptı. Yıllar sonra parmağımıza yüzük takınca anladık, bunun ne manaya geldiğini. Küçücük meselelerde celallenen ve beklemediğimiz tepkileri veren dedem namaz kılarken çok sabırsız olan emmoğlu Yusuf’un, hemen, cemaati beklemeden secdeye gitmesini şikayet ederdik de gülümseyerek ”fena mı Yusuf Rabb’ına sizden daha önce secdeye varıyor” derdi. Amcakızının pınardan su getirirken kırdığı toprak güğüm için kaşını kıpırdatmazdı. ”Koca, baba… Hatice güğümü kırdı” diye hep birlikte şikâyet edişimize aldırmadan: “koca adamlar harmanda gezer de, şu çelimsiz kızı suya gönderirse elbette güğümü kırar” derdi de, su içtiğimiz kalaylı tası kazara yere düşürsek, hemen bağırırdı.

Rahmetli olduğu günden bugüne babama, dedemle ilgili bir soru sorulduğunda; tıpkı Cemil Meriç’in Niçe’den bahsederken: “deliydi hazret” diye söze başlaması gibi, babam da önce bir tebessüm ve sevgiyle gülümseyerek: “deliydi rahmetli” der, (hayır ırahmetlik derdi) söze girerdi.
           
Köyde muhtar, aza gibi hiçbir görev almamıştı ama her şeye karışır ve herkes de köyde bir iş yaparken ona tasdik ettirirdi. Ağaç kesene kızar, boş gezene kızar, hatta gömleği kirli olana bile: ”derede su mu bitti efendi!” diye bir haylardı ki, yaşı ne olursa olsun dinlemezdi. En çok kızdığı şey, temizliğe dikkat etmemekti.

Dedemin reisliğinde, amcamlarla beraber oturduğumuz eve, dedem dışarıdayken: “geliyor!” dendi mi, anam ve amcamın hanımı, Elif anam, hemen kucaklarındaki çocuklarının burnunu silerler, üzerlerini düzeltirler, oraya buraya eğreti atılmış minder, herhangi bir eşya varsa koşarak etrafı toplamaya koyulurlardı.

Ninem, saf ve dokuz yaşında bir kız çocuğu gibi nazlıydı. Ona hep bağırır ve sürekli azarlardı dedem. Tüm bunlara rağmen, dünya âlem bilirdi ninemin dedemi, dedemin de ninemi çok sevdiğini.
           
Dizlerinin önlerine kadar inen yakasız, beyaz bir fistan giyerdi dedem. Altında ise yine beyaz, şalvardan biraz kısa bir giysi, başındaki Türkmen sarığında kavuniçi renginde nakışlar ve motifler vardı sadece. Sarığın kavuniçi rengi nakışları dışında, sakalından saçına, tenine ve elbisesine kadar beyazdı.
           
Doksan yaşını geçtiği halde, başparmağı ile işaret parmağı arasına sıkıştırdığı cevizleri kırıp-kırıp bizlere dağıtırdı. Öyle güçlü idi ki o bizlerin gözünde. Babamdan, amcalarımdan, hatta büyük amcamın oğlu, davar damının direğini değiştirirken hezene omzunu veren Mehmet ağabeyden bile güçlüydü.
           
O, dağ gibi görüntüsü olan, elleri kocaman dedem. Bir gün ninemin seksen yedinci yaşında ölüvermesiyle, küçücük ne varlığı ne yokluğu belirsiz bir tepe gibi kaldı. Artık elleri, biz torunlarına bile kocaman görünmüyordu. Ceviz de kıramaz olmuştu iki parmağı ile. Eskiden etrafından edeplice geçtiğimiz, yanında yönünde rahatsızlık verecek kadar bağırıp çağıramadığımız dedemin yanından her şekilde gelip geçiyor ve her densizliği yapar olmuştuk da başını çevirip bakmaz olmuştu.
           
Ninemin, o cuma sabahı öldüğü anlardan itibaren, çardağın ucunda serili yatağının içinden, küçücük bir rahatsızlığı olmadığı halde hiç kalkmamıştı. Sadece yakınında bulunan birine yavaşça seslenerek; ” şu ibriği getir evladım, abdestimizi tazeleyelim” ifadesinden ibaretti olmuştu hatla alakası. Ben dedemden, “abdest alalım” tabirini hiç duymadım. Hep “abdest tazeleyelim” derdi.
           
Ninemin öldüğünün müteakip cumasıydı ve o güne kadar, kimseyle konuşmadan, o herkesin alıştığı tepkileri göstermeden, sadece, oturduğu yerden görünen, ninemin mezarına baktı durdu. Abdest tazelemek için ibriği istedi ve ihtiyaç duyduğu anlarda da abdesthaneye gitti o kadar.  

Ninemin vefat ettiği saatlerden iki saat falan sonraydı. Halam bize gelmişti. Bizler de babam anam, amcam ve ailesi çardakta oturuyorduk. Halam tabii olarak doğruca dedemin yanına gitti. Varması ile de feryadı bastı: “Aman Allah’ım! Babam ölmüş!” diye. Oysa az önce ibriği istemişti benden ve abdestini tazelemiş, abdesti bitince de “su dökenin çok olsun oğlum” diye dua etmişti bana. Hatta suyu dökerken de yazın suyu iyice azalan, bizim yaylanın en soğuk pınarı olan goflek pınarını hatırlatarak, “suyu goflek pınarının oluğu gibi akıt avuçlarıma, azar-azar paşam, anladın mı dedesinin aslanı goflek pınarı gibi” demişti.
           
Götürüp ninemin yanına defnedildi. Halâ hatırlıyorum da ninemin öldüğü andan itibaren kaybolan o dağ, ölünce sanki yeniden yiğitleşmişti. Gasledilirken, perde olarak gerilen kilim ve savanların arasından gördüğümüz elleri yine kocamandı. Başparmağı ile işaret parmağı ceviz kırabilecek kadar güçlü görünmüştü gözlerime.

1 yorum: