Kurtuluş savaşı gazisiydi dedem. İlk
konuşmanızda çok sert görünüşünün altındaki yumuşak yüreğinin farkına
varırdınız ama onu herkes çok sert birisi olarak tanırdı. Onunla bir iki kelime
konuşmuş olanlar, anlarlardı asıl yüreğini ve yumuşacık meşrebini…
En umulmadık meselelere en umulmadık
tepkiyi verirdi. Mesela, çocukluğumuzda, amca çocukları ile bize abdest
almasını öğretirken, yüzük parmağını öbür eli ile sıvazlamayı unutana fena
kızardı. ”Yüzüğün altı kuru kaldı” diye celallenirdi. Hepimiz parmağımızda
yüzük olmadığı halde, yüzük parmağını sıvazlayarak, yüzüğün altını da ıslatmayı
öğrenmiştik; çoğumuz o hareketi abdestin şartlarından sanarak yaptı. Yıllar
sonra parmağımıza yüzük takınca anladık, bunun ne manaya geldiğini. Küçücük meselelerde
celallenen ve beklemediğimiz tepkileri veren dedem namaz kılarken çok sabırsız
olan emmoğlu Yusuf’un, hemen, cemaati beklemeden secdeye gitmesini şikayet
ederdik de gülümseyerek ”fena mı Yusuf Rabb’ına sizden daha önce secdeye varıyor”
derdi. Amcakızının pınardan su getirirken kırdığı toprak güğüm için kaşını
kıpırdatmazdı. ”Koca, baba… Hatice güğümü kırdı” diye hep birlikte şikâyet
edişimize aldırmadan: “koca adamlar harmanda gezer de, şu çelimsiz kızı suya
gönderirse elbette güğümü kırar” derdi de, su içtiğimiz kalaylı tası kazara
yere düşürsek, hemen bağırırdı.
Rahmetli olduğu günden bugüne babama,
dedemle ilgili bir soru sorulduğunda; tıpkı Cemil Meriç’in Niçe’den bahsederken:
“deliydi hazret” diye söze başlaması gibi, babam da önce bir tebessüm ve
sevgiyle gülümseyerek: “deliydi rahmetli” der, (hayır ırahmetlik derdi) söze
girerdi.
Köyde muhtar, aza gibi hiçbir görev
almamıştı ama her şeye karışır ve herkes de köyde bir iş yaparken ona tasdik
ettirirdi. Ağaç kesene kızar, boş gezene kızar, hatta gömleği kirli olana bile:
”derede su mu bitti efendi!” diye bir haylardı ki, yaşı ne olursa olsun
dinlemezdi. En çok kızdığı şey, temizliğe dikkat etmemekti.
Dedemin reisliğinde, amcamlarla beraber
oturduğumuz eve, dedem dışarıdayken: “geliyor!” dendi mi, anam ve amcamın
hanımı, Elif anam, hemen kucaklarındaki çocuklarının burnunu silerler,
üzerlerini düzeltirler, oraya buraya eğreti atılmış minder, herhangi bir eşya
varsa koşarak etrafı toplamaya koyulurlardı.
Ninem, saf ve dokuz yaşında bir kız çocuğu
gibi nazlıydı. Ona hep bağırır ve sürekli azarlardı dedem. Tüm bunlara rağmen,
dünya âlem bilirdi ninemin dedemi, dedemin de ninemi çok sevdiğini.
Dizlerinin önlerine kadar inen yakasız,
beyaz bir fistan giyerdi dedem. Altında ise yine beyaz, şalvardan biraz kısa
bir giysi, başındaki Türkmen sarığında kavuniçi renginde nakışlar ve motifler
vardı sadece. Sarığın kavuniçi rengi nakışları dışında, sakalından saçına, tenine
ve elbisesine kadar beyazdı.
Doksan yaşını geçtiği halde, başparmağı ile
işaret parmağı arasına sıkıştırdığı cevizleri kırıp-kırıp bizlere dağıtırdı.
Öyle güçlü idi ki o bizlerin gözünde. Babamdan, amcalarımdan, hatta büyük
amcamın oğlu, davar damının direğini değiştirirken hezene omzunu veren Mehmet
ağabeyden bile güçlüydü.
O, dağ gibi görüntüsü olan, elleri kocaman
dedem. Bir gün ninemin seksen yedinci yaşında ölüvermesiyle, küçücük ne varlığı
ne yokluğu belirsiz bir tepe gibi kaldı. Artık elleri, biz torunlarına bile
kocaman görünmüyordu. Ceviz de kıramaz olmuştu iki parmağı ile. Eskiden
etrafından edeplice geçtiğimiz, yanında yönünde rahatsızlık verecek kadar
bağırıp çağıramadığımız dedemin yanından her şekilde gelip geçiyor ve her
densizliği yapar olmuştuk da başını çevirip bakmaz olmuştu.
Ninemin, o cuma sabahı öldüğü anlardan
itibaren, çardağın ucunda serili yatağının içinden, küçücük bir rahatsızlığı
olmadığı halde hiç kalkmamıştı. Sadece yakınında bulunan birine yavaşça
seslenerek; ” şu ibriği getir evladım, abdestimizi tazeleyelim” ifadesinden
ibaretti olmuştu hatla alakası. Ben dedemden, “abdest alalım” tabirini hiç
duymadım. Hep “abdest tazeleyelim” derdi.
Ninemin öldüğünün müteakip cumasıydı ve o
güne kadar, kimseyle konuşmadan, o herkesin alıştığı tepkileri göstermeden,
sadece, oturduğu yerden görünen, ninemin mezarına baktı durdu. Abdest tazelemek
için ibriği istedi ve ihtiyaç duyduğu anlarda da abdesthaneye gitti o kadar.
Ninemin vefat ettiği saatlerden iki saat
falan sonraydı. Halam bize gelmişti. Bizler de babam anam, amcam ve ailesi
çardakta oturuyorduk. Halam tabii olarak doğruca dedemin yanına gitti. Varması
ile de feryadı bastı: “Aman Allah’ım! Babam ölmüş!” diye. Oysa az önce ibriği
istemişti benden ve abdestini tazelemiş, abdesti bitince de “su dökenin çok
olsun oğlum” diye dua etmişti bana. Hatta suyu dökerken de yazın suyu iyice
azalan, bizim yaylanın en soğuk pınarı olan goflek pınarını hatırlatarak, “suyu
goflek pınarının oluğu gibi akıt avuçlarıma, azar-azar paşam, anladın mı
dedesinin aslanı goflek pınarı gibi” demişti.
Götürüp
ninemin yanına defnedildi. Halâ hatırlıyorum da ninemin öldüğü andan itibaren
kaybolan o dağ, ölünce sanki yeniden yiğitleşmişti. Gasledilirken, perde olarak
gerilen kilim ve savanların arasından gördüğümüz elleri yine kocamandı. Başparmağı
ile işaret parmağı ceviz kırabilecek kadar güçlü görünmüştü gözlerime.
Ömrünüz bereketli olsun üstadım. Çok etkilendim.
YanıtlaSil