Gönül
dostlarıyla Somuncu Baba Hazretlerini ziyaret
Gönül dostlarım fakîrin bir şehir münzevisi
olduğunu bilirler. Biraz sağlık, biraz mistik mizacım sebebiyle Fikir ve Gönül
Dükkânı’ndan, mağaramdan, yâni fildişi kulemden mecbur kalmadıkça çıkmam.
Dolayısıyla şehir dışına seyahatim nadirattandır. Mücavir saham mağaramın
çevresindeki birkaç mahalledir.
Fakîrin haddi değil Evliya Çelebi üstadın
seyahatine imrenmek. Seyahat nasibim o zat gibi açık değil. Ehlinin bildiği
hâdisedir. Evliya Çelebi rüyâsında Ahî Çelebi Câmii’nde kalabalık bir cemaat
arasında Resûller Resûlü Peygamber Efendimizi görmüş. Huzuruna varınca; “Şefâat
yâ Resûlallah!” diyecekken, heyecanla; “Seyâhat yâ Resûlallah!” demiş.
Efendimiz Aleyhisselâtüvesselâmda tebessüm ederek ona hem şefâatini müjdelemiş,
hem de seyahat ihsan buyurmuşlar. Orada bulunan Sa’d bin Ebû Vakkas Hazretleri
de gezdiği yerleri ve gördüklerini yazmasını tavsiye etmiş. Bunun üzerine
cezbeye kapılarak, “Müslümanları kendisine itaat şerefiyle şereflendiren ve
bana dünyayı gezip dolaşma kolaylığı veren Allah’a şükürler, şeriatın yapısını
kurup peygamberlik temelini sağlamlaştıran Muhammed’e (s.a.v.) selâmlar ve
dualar olsun.” diye şükür duası etmiş.
Dostlarım her Cuma günü Fikir ve Gönül Dükkânı’nda
küçük büyük seyahatlerinden bahsederler. Bol bol hâtıraları olur ve
şapırdatarak anlatırlar. Fakîrin hiç hâtırası olmaz. Dostlarımın dinî ve tarihî
mekânlara seyahatlerini melül mahzun bir şekilde dinlerim. Yıllarım böyle
geçmiş ve geçmektedir. Senede birkaç kez yurdumuzu doğudan batıya dolaşıp
seyahatlerini bir fütuhat eri edasıyla anlatan dostlara imrenmişimdir hep.
Seyahat nasibi açık olan dostların yanında sözü olmaz ama birkaç seyahatimi
anlatayım:
Vakti zamanında bin miligramlık tasavvuf işi
türküler eşliğinde evliyalar diyarı Tillo ve Veysel Karanî beldesi ile her yeri
en az bin yıllık sarı taşlardan oluşan eski Mardin ve Hasankeyf ile Diyarbekir,
Batman, Siirt ve Urfa olmak üzere yedi gündüz sekiz gece Güneydoğu’yu dolaştım.
Amma nasıl dolaştım; yanımda “gak deyince ekmek, guk deyince su” yetiştiren ve
bilgileriyle rehberlik eden öğretim görevlileri İsmail Göktürk ve Mehmet Yılmaz
adlı iki fikirli dost var.
Yine aynı dostlar vakti zamanında yine bin
miligramlık türküler eşliğinde altı ilçe bir vilayet olmak üzere Çukurova’yı
bir baştan bir başa dolaştırdılar ve ardından Andırın, Göksun, Afşin ve
Elbistan memleketlerini “Anadolu nasıl bir yer?” gezdirip anlattılar.
Üçüncü büyük seyahatim (bu ifademden dolayı fakîre
gülmeyin) yine İsmail Göktürk dostumuzun fakîri zar-zor ikna ederek götürdüğü
Mevlânâ Hazretlerinin memleketi Konya’dır. Nezdimde çok fikirli bir seyahatti…
Anlatmama gerek yok, ehl-i dil bilir nerelere gittiğimi ve neler yaşadığımı…
Bin yıllık tarihî ve hüzünlü hülyalara dalıp kendimden geçtiğim Selçuklu
başşehrinin bozkırlarını aşıp, yaz sıcağında yamaçlarında kar bulunan meşhur Toros
dağlarının zirvelerinden türkü türkü dinleye Akdeniz’in kıyısına eriştik. Bir
de baktım önümde masmavi deniz. Deniz görmeyeli belki kırk olmuştu.
“Ruhumda bir
sızı” türküsüyle gönül sultanının mekânına seyahat
Yıllar sonra ömrümün âhirinde aynı dostun
rehberliğinde Somuncu Baba’nın, yâni Şeyh Hamid-i Velî Hazretlerinin
(Miladî1331-1412) tasarrufunda bulunan gönüller ve gâziler diyarı Darende’yi ziyarete
gidiyoruz. Bu seyahatimi mânevî cihetten anlamlı ve fikirli kılan iki temel
ayağı var: Ârif ve ehl-i dil oluşlarıyla, bediî yârenlik ve lisanlarıyla Ali
Hocam ve Muzaffer Hocam… Tabiî ki yine bin miligramlık tasavvuf menşeli
türküler eşlik ediyor. Şehr-i Maraş’ın çıkışında başladı hüznüm. Hüzün
dediysem, öyle arabesk hüzün değil, vehbî hüzün.
Hüzün meşrebimdir. Muzaffer Hocamla ortak
türkümüz “Ruhumda bir sızı” türküsü
kalbimden girip bütün âzâlarımı sarıyor. Bir şehir münzevisi olan fakîr “Ruhunda
bir sızı” türküsünü dinleye dinleye gönül sultanının mekânına seyahat ediyor.
“Bu nasıl bir derttir dermanı yoktur /
Bedenimde değil ruhumda sızı / Görünmez bir yara acısı çoktur
/ Bedenimde değil ruhumda sızı oy oy…”
Vecde geçmiştim, arkaya dönüp Muzaffer Hocam’a
baktım. Sîmasını çizgi çizgi hüzün ve
dert kaplamıştı. “Aman” ı, “efendim”i ve
“sızı” sı bol tekke türküleri peş peşe yüreğimin üstünden geçiyor. Uçtuğumu
hissediyorum, hissetme değil, basbayağı uçuyorum. Pozitivistler inanmazlar
buna. Vasıtamız gönül sultanı Somuncu Baba Hazretlerine vâsıl olmak için
asfaltta değil, yerden yüksekte gidiyor. İster inanın, ister inanmayın; fakîr
kendini böyle hissediyordu.
Öteden beri vecd ve cezbe fazlası var fakîrde.
Vehbî midir, kesbî midir, orasını Allah bilir. Amma o ânı yaşadığım samimidir.
Hocamgilin yanında duygularımı pek dışa vuramam. Hâl ehli oldukları içindir,
bâzı nâralarımı veya şathiyelerimi, buna bediî nidalar da diyebilirsiniz, hoş
görürler, hattâ tasdik edercesine tebessüm ederler. Bir ara, Muzaffer Hocam’a
dönüp, “Hocam uçuyorum!...” diye nâra attım. Tebessüm etti.
Yol gidiyor,
biz gidiyoruz, yerde değil, semâda gidiyoruz
Bu şehir münzevisi yıllar sonra dağlar, ovalar,
tüneller ve vâdilerden geçiyor. Yol gidiyor, biz gidiyoruz, yerde değil, semâda
gidiyoruz, sanki uçmağa gidiyoruz. İster inanın, ister inanmayın, fakîr kendini
böyle hissediyordu. Dünyâ değişmiş. Kehf ashabı gibi hissettim kendimi. İki
Hocamın yârenliği ve lisanı türkülere karışıyor. Türküler türküler! Gönlümüzden
tutup havalandırıyor bizi.
“Seherde bir bağa girdim / Ne bağ duydu ne
bağbancı / El sundum güllerin derdim / Ne bağ duydu ne bağbancı /
Bağın kapusunu açtım / Sayın ki cennete düştüm / Yar ile tenha
buluştum / Ne bağ duydu ne bağbancı”
Vecd ve cezbe fazlasından başım dönüyor,
erenlerden şiirler terennüm etmek istiyorum. Hocamgil var, itidalli olmak
gerek. Böyle hâllerde itidal tavsiye eden gönül dostum ve tercümanım Ferhat
Ağca yanımda yok.
Somuncu
Baba’nın dervişi olan kayalar ve “Hû” çeken sular
Bozkırı andıran ovalardan hâlden hâle geçerek
Somunca Baba Hazretlerinin mekânına yaklaştığımız söylendi. Tuhaftır, düz ovada
görünen bir yok. Az daha gidince düzlük birdenbire bitiyor. Dört yanı dümdüz
bir ovanın ortasında, kuzey ve doğu cephesi gri ve dik kayalarla çevrili bir
vâdinin içinde yeraltı şehrini andıran mistik, fikirli ve mânevîyatlı bir
beldenin girişindeyiz. Kayalar azametli, fakat debdebeli ve kibirli değil.
Koynunda asırların mânevî faaliyetlerine ev sahipliği yapmış, dış çizgilerinde
mânevî esrarlar bulunduran yüksek gri kayaların, korkutucu değil, bilakis
emniyet verici duruşları vardı. Oraları mekân tutan gönül sultanlarının
ünsiyetinden ve dokunuşlarındandı kayaların bu asil duruşları. Kayalar ve sular
Somuncu Baba Hazretlerinden el almışlar. Kayalar “kıyam” hâlinde, sular “Hû”
çekiyor.
Hülâsa ifadeyle Darende, yâni Somuncu Baba
Hazretlerinin mekânı kayalardan ve kayaların her karesinden akan berrak sularla
yemyeşil ağaçlardan mürekkep âsûde bir yer. Aşağı doğru inince sarp ama asil
duruşlu kayalardan akıp gelen kar rengi şelâle karşılıyor bizi. Şelâlenin
havzasındaki ahşaptan yapılma çay bahçesi gelenleri tebessümle bekleyen bir
insan gibi hoş geldin diyor. Tabiî ki hâl ehli olan ve fikirli çayda muhabbet
bulanlar için böyledir.
İki hocamın
bin miligramlık bediî yârenlikleri
İki Hocamın bin miligramlık bediî yârenlikleri
gırla gidiyor. Fakire muhabbet zarfı atıyorlar. Ayaklarım yerden kesiliyor,
cezbe hâlindeyim. Ali Hocam “Bir çay daha için” diyor ve Muzaffer Hocama
“Hocam, kendinizi belli etmeseniz de siz bu zatlarla aynı merkezdensiniz,
dolayısıyla bilirsiniz; kayalar ve sularla veli zatların arasındaki rabıta
nedir?” diye soruyor. Muzaffer Hocam “Ben düz adamım, bu sualin cevabını sen
bilirsin, sen kendini gizliyorsun, kendini gizleme artık…” diye karşılık
veriyor. Kayalar ve ağaçlarla çevrili yolun daha aşağısına doğru gide gide
Somuncu Baba Hazretleri Külliyesi’nin girişindeki otoparka durduk. Ücretini
vermek için üçümüz hamle yaptık. Görevli kişi şöyle bir baktı, Muzaffer Hocamı
göstererek “Hocamın parası bereketli olur, onun parasını alacağım” dedi. Biz
üçümüz donup kaldık. Anladık ki adamın gözünde perde yok.
Külliyenin kuzey ve doğu cephesi esrarlı
sûretleriyle kıyamda duran kayalarla çevrili. Her köşesinden yine berrak sular
akıyor. Tohma Çayı’nın yanına halvethânesini kuran Somuncu Baba Hazretleri
miladî 1412’de bu mekânda Hakk’a uçar. Cenaze namazını halifesi Hacı Bayram-ı
Velî Hazretleri kıldırır ve halvethânesinin bulunduğu mekâna defnedilir.
Türbeye çevrilen bu mekân câmi vazifesi de görüyor. Türbe mekânında
halifeliğini sürdüren evlâdı Halil Taybî Hazretlerinin türbesi de burada.
Ali Hocamın rehberliğinde velî zatların silsilesi
hakkında çok şey öğreniyoruz. Ehlinin malûmudur; Yıldırım Beyazıt Han’ın
Niğbolu Savaşı’nın kazanılmasına “Allah’a şükür nişânesi” olarak yaptırdığı
Bursa Ulu Câmii, Osmanlı Devleti’nin ilk selâtin câmiidir. Çilehânesinin yanına
yaptığı ekmek fırınında somun pişirerek çarşı pazar dolaşıp “Müminler,
Somunlar” diyerek ekmek dağıtan Şeyh Hamid-i Velî Hazretleri Ulu Câmiin
inşası sırasında işçilere ve halka somun dağıttığı ve mânevî yönünü gizlediği
için halk arasında “Somuncu Baba” lâkabıyla biliniyor.
Sırrı fâş
olan Somuncu Baba yolculuğa çıkıyor
Câmiin açılış gününde Yıldırım Beyazıt Han ilk
hutbeyi okuması için Bursa’nın tasavvuf büyüklerinden Emir Sultan Hazretlerini
vazifelendirir. Şeyh Hamid-i Velî Hazretlerini Bursa’da ilk keşfeden Emir
Sultan Hazretleri; “Padişahım bu beldede benden daha âlim kimseler var. Onlar
aramızda iken hutbe okumak bize düşmez” diyerek bu vazife için Şeyh
Hamid-i Veli Hazretleri’ni işaret eder. Padişahın huzurunda bu vazifeyi
reddetmeyen Şeyh Hamid-i Velî, yâni Somuncu Baba Hazretleri hutbede “Fâtiha Sûresi’ni
yedi farklı şekilde yorumlar. Bu olağanüstü hutbeyi dinleyen cemaat Somuncu
Baba olarak bildikleri Şeyh Hamid-i Velî Hazretlerinin mânevî büyüklüğünün
farkına varır. Mânevî büyüklüğü ortaya çıkan ve kendi ifadesiyle “sırrı fâş
olan” Somuncu Baba Hazretleri talebeleriyle Bursa’dan ayrılır. Ulvî aşkın sırlı
yolculuğunda “kendi sırrı nerede ortaya çıktı ise oradan uzaklaşır.”
Çilehâne’de
“keyif yapmak”
Âlim ve ârif insan Ali Hocam yanımızda olunca
gönlümüz ve dimağımız mutmain ve emin… Nasıl davranılacağını, usul, âdap her
şeyi o sessiz ve vakur hâliyle öğretmiş oluyor. Ali Hocam Somuncu Baba
Hazretlerinin “Çilehâne” sini ziyaret ediyor ve namaz kılıyor. Muzaffer Hocam
“Haydi siz de keyif yapın” diyor İsmail’le fakîre. Dünyânın geçiciliğini hissettiren
ve daracık bir mağarayı andıran bu mekânda ulvî cihetiyle “keyif yaptık.” Ehli
bilir; çilehâne veya halvethâne dar, kapalı ve karanlık bir mekândır.
Somuncu Baba Müzesi, Çilehâne, Hamidiye Çarşısı
gibi her mekânı ziyaret esnasında Ali Hocam nükteli ve bediî lisanıyla Muzaffer
Hocama zarf atmayı ihmal etmiyor ve “Hocam mübarek zattan harçlığını aldın mı?”
diyor ve fakîri hoşnut etmek için Muzaffer Hocamın mânevî vasıflarını nükteli
bir üslûpla anlatıyor. Somuncu Baba Hazretlerinin beyaz mermer üzerine nakşedilen
hâlnâmesini okurken, metnin sonunda
“Balıkların yaşatılması…” na dair sözlerini okumamı istedi ve “Muzaffer
Hocamın balıklarla ünsiyeti bu mânadadır…” dedi. O ânda cezbeye kapıldım.
Muzaffer Hocamın, talebelerini ve dostlarını balığa götürmesindeki mânevîyatı
şimdi daha iyi anladım. Ali Hocamın anlattığına göre câmi ve çilehânenin
yanındaki balıklı kuyulardan çıkan balıklar Somuncu Baba Hazretlerinden
“yâdigâr olarak asırlardır varlığını korumakta ve yaşatılmaktadır.” Dik ve
esrarlı kayalarla çevrili Tohma Çayı’nı temaşa etmek pek mâneviyatlıydı.
Somuncu Baba ve ahfadının ve dahi talebelerinin bu talihli ve bereketli suya
dokunan ayaklarının izlerini görür gibi oldum.
İkindi öncesi Külliyenin doğusundaki tepeyi aşarak
Hazret-i Peygamber Efendimiz’in soyundan Seyyid Hüseyin Gâzi’nin kardeşi ve
çocukken sarı saman kağıtlı kitaplardan destanını okuduğumuz Seyyid Battal
Gâzi’nin amcası ve kayınpederi Seyyid Hasan Gâzi Hazretlerinin türbesini ve
Şehitlik Anıtı’nı ziyaret ettik. Külliyeye döndüğümüzde Ali Hocam “Çay içelim”
diyerek bizi sevindiriyor. Hamidiye Çarşısı’ndaki çayhânede muhabbetli bir çay
içtik. Hocamgil ücretini vermek istediklerinde “Parasız” dediler. Muhabbet
kaynağı olan çayın parasız olması çayın dostluğuna büyük bir hürmettir. Muzaffer
Hocam çay veren kişiye “Somuncu Baba ekmeği var mı?” diye sordu. Kısmetimizde
yokmuş ki o gün ekmek çıkmamış.
“Aşk
ateşiyle pişen ekmekler”
Ehlinin malûmudur ama yeri gelmişken anlatalım.
Emir Sultan Hazretleri, Bursa’dayken Somuncu Baba Hazretlerinin nâmını
duyar ve fırınında onu ziyaret eder. Fırında ateş olmadığını görünce bu işin
sırrını sorar. O da: “Aşk ateşiyle pişer” diyor. Çünkü bu fırında
“ekmekler gönül ateşiyle pişmektedir.”
Asırlardan bu yana “zengine fakire gönülden hediye” babından
herkese parasız dağıtılan ekmekler “hediyeleşmeyi ve karşılık beklemeden
ikramda bulunmayı” anlatmaktadır. Çarşıdan ayrılırken Muzaffer Hocam Darende
hâtırası olarak hepimize hediye aldı.
Velhâsıl, dördüncü büyük seyahatimin zarf ve
mazrufu böyle. Bu mânevî mekândan ayrılırken vehbî bir hüzün çöktü içime. Şehre
dönüşümüz başlayınca yüreğime sızı düştü… Ulvî bir sızı değil bu,
modern-seküler şehrin verdiği sızı… İçimi burkan şehir de, erdemli şehir değil,
câhil şehir... İki Hocamın merhametli ve müsamahakâr sîmasına bakarak “Keşke
hep buralarda yaşasaydım!” “Keşke hayatım bu ânları ile sürüp gitse!” diye
inleyip nâra attım yine. Türküler gittik, türkülerle döndük vesselâm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder