DÜKKÂN MEKTUPLARI-21 / Ahmet Doğan İlbey


Gönül dostlarıyla Somuncu Baba Hazretlerini ziyaret

Gönül dostlarım fakîrin bir şehir münzevisi olduğunu bilirler. Biraz sağlık, biraz mistik mizacım sebebiyle Fikir ve Gönül Dükkânı’ndan, mağaramdan, yâni fildişi kulemden mecbur kalmadıkça çıkmam. Dolayısıyla şehir dışına seyahatim nadirattandır. Mücavir saham mağaramın çevresindeki birkaç mahalledir.

Fakîrin haddi değil Evliya Çelebi üstadın seyahatine imrenmek. Seyahat nasibim o zat gibi açık değil. Ehlinin bildiği hâdisedir. Evliya Çelebi rüyâsında Ahî Çelebi Câmii’nde kalabalık bir cemaat arasında Resûller Resûlü Peygamber Efendimizi görmüş. Huzuruna varınca; “Şefâat yâ Resûlallah!” diyecekken, heyecanla; “Seyâhat yâ Resûlallah!” demiş. Efendimiz Aleyhisselâtüvesselâmda tebessüm ederek ona hem şefâatini müjdelemiş, hem de seyahat ihsan buyurmuşlar. Orada bulunan Sa’d bin Ebû Vakkas Hazretleri de gezdiği yerleri ve gördüklerini yazmasını tavsiye etmiş. Bunun üzerine cezbeye kapılarak, “Müslümanları kendisine itaat şerefiyle şereflendiren ve bana dünyayı gezip dolaşma kolaylığı veren Allah’a şükürler, şeriatın yapısını kurup peygamberlik temelini sağlamlaştıran Muhammed’e (s.a.v.) selâmlar ve dualar olsun.” diye şükür duası etmiş.

Dostlarım her Cuma günü Fikir ve Gönül Dükkânı’nda küçük büyük seyahatlerinden bahsederler. Bol bol hâtıraları olur ve şapırdatarak anlatırlar. Fakîrin hiç hâtırası olmaz. Dostlarımın dinî ve tarihî mekânlara seyahatlerini melül mahzun bir şekilde dinlerim. Yıllarım böyle geçmiş ve geçmektedir. Senede birkaç kez yurdumuzu doğudan batıya dolaşıp seyahatlerini bir fütuhat eri edasıyla anlatan dostlara imrenmişimdir hep. Seyahat nasibi açık olan dostların yanında sözü olmaz ama birkaç seyahatimi anlatayım:

Vakti zamanında bin miligramlık tasavvuf işi türküler eşliğinde evliyalar diyarı Tillo ve Veysel Karanî beldesi ile her yeri en az bin yıllık sarı taşlardan oluşan eski Mardin ve Hasankeyf ile Diyarbekir, Batman, Siirt ve Urfa olmak üzere yedi gündüz sekiz gece Güneydoğu’yu dolaştım. Amma nasıl dolaştım; yanımda “gak deyince ekmek, guk deyince su” yetiştiren ve bilgileriyle rehberlik eden öğretim görevlileri İsmail Göktürk ve Mehmet Yılmaz adlı iki fikirli dost var.

Yine aynı dostlar vakti zamanında yine bin miligramlık türküler eşliğinde altı ilçe bir vilayet olmak üzere Çukurova’yı bir baştan bir başa dolaştırdılar ve ardından Andırın, Göksun, Afşin ve Elbistan memleketlerini “Anadolu nasıl bir yer?” gezdirip anlattılar.

Üçüncü büyük seyahatim (bu ifademden dolayı fakîre gülmeyin) yine İsmail Göktürk dostumuzun fakîri zar-zor ikna ederek götürdüğü Mevlânâ Hazretlerinin memleketi Konya’dır. Nezdimde çok fikirli bir seyahatti… Anlatmama gerek yok, ehl-i dil bilir nerelere gittiğimi ve neler yaşadığımı… Bin yıllık tarihî ve hüzünlü hülyalara dalıp kendimden geçtiğim Selçuklu başşehrinin bozkırlarını aşıp, yaz sıcağında yamaçlarında kar bulunan meşhur Toros dağlarının zirvelerinden türkü türkü dinleye Akdeniz’in kıyısına eriştik. Bir de baktım önümde masmavi deniz. Deniz görmeyeli belki kırk olmuştu. 

“Ruhumda bir sızı” türküsüyle gönül sultanının mekânına seyahat

Yıllar sonra ömrümün âhirinde aynı dostun rehberliğinde Somuncu Baba’nın, yâni Şeyh Hamid-i Velî Hazretlerinin (Miladî1331-1412) tasarrufunda bulunan gönüller ve gâziler diyarı Darende’yi ziyarete gidiyoruz. Bu seyahatimi mânevî cihetten anlamlı ve fikirli kılan iki temel ayağı var: Ârif ve ehl-i dil oluşlarıyla, bediî yârenlik ve lisanlarıyla Ali Hocam ve Muzaffer Hocam… Tabiî ki yine bin miligramlık tasavvuf menşeli türküler eşlik ediyor. Şehr-i Maraş’ın çıkışında başladı hüznüm. Hüzün dediysem, öyle arabesk hüzün değil, vehbî hüzün.

Hüzün meşrebimdir. Muzaffer Hocamla ortak türkümüz  “Ruhumda bir sızı” türküsü kalbimden girip bütün âzâlarımı sarıyor. Bir şehir münzevisi olan fakîr “Ruhunda bir sızı” türküsünü dinleye dinleye gönül sultanının mekânına seyahat ediyor.

“Bu nasıl bir derttir dermanı yoktur / Bedenimde değil ruhumda sızı / Görünmez bir yara acısı çoktur / Bedenimde değil ruhumda sızı oy oy…” 

Vecde geçmiştim, arkaya dönüp Muzaffer Hocam’a baktım. Sîmasını çizgi çizgi hüzün ve
dert kaplamıştı. “Aman” ı, “efendim”i ve “sızı” sı bol tekke türküleri peş peşe yüreğimin üstünden geçiyor. Uçtuğumu hissediyorum, hissetme değil, basbayağı uçuyorum. Pozitivistler inanmazlar buna. Vasıtamız gönül sultanı Somuncu Baba Hazretlerine vâsıl olmak için asfaltta değil, yerden yüksekte gidiyor. İster inanın, ister inanmayın; fakîr kendini böyle hissediyordu.

Öteden beri vecd ve cezbe fazlası var fakîrde. Vehbî midir, kesbî midir, orasını Allah bilir. Amma o ânı yaşadığım samimidir. Hocamgilin yanında duygularımı pek dışa vuramam. Hâl ehli oldukları içindir, bâzı nâralarımı veya şathiyelerimi, buna bediî nidalar da diyebilirsiniz, hoş görürler, hattâ tasdik edercesine tebessüm ederler. Bir ara, Muzaffer Hocam’a dönüp, “Hocam uçuyorum!...” diye nâra attım. Tebessüm etti.

Yol gidiyor, biz gidiyoruz, yerde değil, semâda gidiyoruz

Bu şehir münzevisi yıllar sonra dağlar, ovalar, tüneller ve vâdilerden geçiyor. Yol gidiyor, biz gidiyoruz, yerde değil, semâda gidiyoruz, sanki uçmağa gidiyoruz. İster inanın, ister inanmayın, fakîr kendini böyle hissediyordu. Dünyâ değişmiş. Kehf ashabı gibi hissettim kendimi. İki Hocamın yârenliği ve lisanı türkülere karışıyor. Türküler türküler! Gönlümüzden tutup havalandırıyor bizi.

“Seherde bir bağa girdim / Ne bağ duydu ne bağbancı / El sundum güllerin derdim /  Ne bağ duydu ne bağbancı / Bağın kapusunu açtım / Sayın ki cennete düştüm / Yar ile tenha buluştum / Ne bağ duydu ne bağbancı”

Vecd ve cezbe fazlasından başım dönüyor, erenlerden şiirler terennüm etmek istiyorum. Hocamgil var, itidalli olmak gerek. Böyle hâllerde itidal tavsiye eden gönül dostum ve tercümanım Ferhat Ağca yanımda yok.   

Somuncu Baba’nın dervişi olan kayalar ve “Hû” çeken sular

Bozkırı andıran ovalardan hâlden hâle geçerek Somunca Baba Hazretlerinin mekânına yaklaştığımız söylendi. Tuhaftır, düz ovada görünen bir yok. Az daha gidince düzlük birdenbire bitiyor. Dört yanı dümdüz bir ovanın ortasında, kuzey ve doğu cephesi gri ve dik kayalarla çevrili bir vâdinin içinde yeraltı şehrini andıran mistik, fikirli ve mânevîyatlı bir beldenin girişindeyiz. Kayalar azametli, fakat debdebeli ve kibirli değil. Koynunda asırların mânevî faaliyetlerine ev sahipliği yapmış, dış çizgilerinde mânevî esrarlar bulunduran yüksek gri kayaların, korkutucu değil, bilakis emniyet verici duruşları vardı. Oraları mekân tutan gönül sultanlarının ünsiyetinden ve dokunuşlarındandı kayaların bu asil duruşları. Kayalar ve sular Somuncu Baba Hazretlerinden el almışlar. Kayalar “kıyam” hâlinde, sular “Hû” çekiyor.

Hülâsa ifadeyle Darende, yâni Somuncu Baba Hazretlerinin mekânı kayalardan ve kayaların her karesinden akan berrak sularla yemyeşil ağaçlardan mürekkep âsûde bir yer. Aşağı doğru inince sarp ama asil duruşlu kayalardan akıp gelen kar rengi şelâle karşılıyor bizi. Şelâlenin havzasındaki ahşaptan yapılma çay bahçesi gelenleri tebessümle bekleyen bir insan gibi hoş geldin diyor. Tabiî ki hâl ehli olan ve fikirli çayda muhabbet bulanlar için böyledir.

İki hocamın bin miligramlık bediî yârenlikleri

İki Hocamın bin miligramlık bediî yârenlikleri gırla gidiyor. Fakire muhabbet zarfı atıyorlar. Ayaklarım yerden kesiliyor, cezbe hâlindeyim. Ali Hocam “Bir çay daha için” diyor ve Muzaffer Hocama “Hocam, kendinizi belli etmeseniz de siz bu zatlarla aynı merkezdensiniz, dolayısıyla bilirsiniz; kayalar ve sularla veli zatların arasındaki rabıta nedir?” diye soruyor. Muzaffer Hocam “Ben düz adamım, bu sualin cevabını sen bilirsin, sen kendini gizliyorsun, kendini gizleme artık…” diye karşılık veriyor. Kayalar ve ağaçlarla çevrili yolun daha aşağısına doğru gide gide Somuncu Baba Hazretleri Külliyesi’nin girişindeki otoparka durduk. Ücretini vermek için üçümüz hamle yaptık. Görevli kişi şöyle bir baktı, Muzaffer Hocamı göstererek “Hocamın parası bereketli olur, onun parasını alacağım” dedi. Biz üçümüz donup kaldık. Anladık ki adamın gözünde perde yok.

Külliyenin kuzey ve doğu cephesi esrarlı sûretleriyle kıyamda duran kayalarla çevrili. Her köşesinden yine berrak sular akıyor. Tohma Çayı’nın yanına halvethânesini kuran Somuncu Baba Hazretleri miladî 1412’de bu mekânda Hakk’a uçar. Cenaze namazını halifesi Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri kıldırır ve halvethânesinin bulunduğu mekâna defnedilir. Türbeye çevrilen bu mekân câmi vazifesi de görüyor. Türbe mekânında halifeliğini sürdüren evlâdı Halil Taybî Hazretlerinin türbesi de burada.

Ali Hocamın rehberliğinde velî zatların silsilesi hakkında çok şey öğreniyoruz. Ehlinin malûmudur; Yıldırım Beyazıt Han’ın Niğbolu Savaşı’nın kazanılmasına “Allah’a şükür nişânesi” olarak yaptırdığı Bursa Ulu Câmii, Osmanlı Devleti’nin ilk selâtin câmiidir. Çilehânesinin yanına yaptığı ekmek fırınında somun pişirerek çarşı pazar dolaşıp “Müminler, Somunlar” diyerek ekmek dağıtan Şeyh Hamid-i Velî Hazretleri Ulu Câmiin inşası sırasında işçilere ve halka somun dağıttığı ve mânevî yönünü gizlediği için halk arasında “Somuncu Baba” lâkabıyla biliniyor.

Sırrı fâş olan Somuncu Baba yolculuğa çıkıyor

Câmiin açılış gününde Yıldırım Beyazıt Han ilk hutbeyi okuması için Bursa’nın tasavvuf büyüklerinden Emir Sultan Hazretlerini vazifelendirir. Şeyh Hamid-i Velî Hazretlerini Bursa’da ilk keşfeden Emir Sultan Hazretleri; “Padişahım bu beldede benden daha âlim kimseler var. Onlar aramızda iken hutbe okumak bize düşmez” diyerek bu vazife için Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri’ni işaret eder. Padişahın huzurunda bu vazifeyi reddetmeyen Şeyh Hamid-i Velî, yâni Somuncu Baba Hazretleri hutbede “Fâtiha Sûresi’ni yedi farklı şekilde yorumlar. Bu olağanüstü hutbeyi dinleyen cemaat Somuncu Baba olarak bildikleri Şeyh Hamid-i Velî Hazretlerinin mânevî büyüklüğünün farkına varır. Mânevî büyüklüğü ortaya çıkan ve kendi ifadesiyle “sırrı fâş olan” Somuncu Baba Hazretleri talebeleriyle Bursa’dan ayrılır. Ulvî aşkın sırlı yolculuğunda “kendi sırrı nerede ortaya çıktı ise oradan uzaklaşır.”

Çilehâne’de “keyif yapmak”

Âlim ve ârif insan Ali Hocam yanımızda olunca gönlümüz ve dimağımız mutmain ve emin… Nasıl davranılacağını, usul, âdap her şeyi o sessiz ve vakur hâliyle öğretmiş oluyor. Ali Hocam Somuncu Baba Hazretlerinin “Çilehâne” sini ziyaret ediyor ve namaz kılıyor. Muzaffer Hocam “Haydi siz de keyif yapın” diyor İsmail’le fakîre. Dünyânın geçiciliğini hissettiren ve daracık bir mağarayı andıran bu mekânda ulvî cihetiyle “keyif yaptık.” Ehli bilir; çilehâne veya halvethâne dar, kapalı ve karanlık bir mekândır.

Somuncu Baba Müzesi, Çilehâne, Hamidiye Çarşısı gibi her mekânı ziyaret esnasında Ali Hocam nükteli ve bediî lisanıyla Muzaffer Hocama zarf atmayı ihmal etmiyor ve “Hocam mübarek zattan harçlığını aldın mı?” diyor ve fakîri hoşnut etmek için Muzaffer Hocamın mânevî vasıflarını nükteli bir üslûpla anlatıyor. Somuncu Baba Hazretlerinin beyaz mermer üzerine nakşedilen hâlnâmesini okurken, metnin sonunda  “Balıkların yaşatılması…” na dair sözlerini okumamı istedi ve “Muzaffer Hocamın balıklarla ünsiyeti bu mânadadır…” dedi. O ânda cezbeye kapıldım. Muzaffer Hocamın, talebelerini ve dostlarını balığa götürmesindeki mânevîyatı şimdi daha iyi anladım. Ali Hocamın anlattığına göre câmi ve çilehânenin yanındaki balıklı kuyulardan çıkan balıklar Somuncu Baba Hazretlerinden “yâdigâr olarak asırlardır varlığını korumakta ve yaşatılmaktadır.” Dik ve esrarlı kayalarla çevrili Tohma Çayı’nı temaşa etmek pek mâneviyatlıydı. Somuncu Baba ve ahfadının ve dahi talebelerinin bu talihli ve bereketli suya dokunan ayaklarının izlerini görür gibi oldum.

İkindi öncesi Külliyenin doğusundaki tepeyi aşarak Hazret-i Peygamber Efendimiz’in soyundan Seyyid Hüseyin Gâzi’nin kardeşi ve çocukken sarı saman kağıtlı kitaplardan destanını okuduğumuz Seyyid Battal Gâzi’nin amcası ve kayınpederi Seyyid Hasan Gâzi Hazretlerinin türbesini ve Şehitlik Anıtı’nı ziyaret ettik. Külliyeye döndüğümüzde Ali Hocam “Çay içelim” diyerek bizi sevindiriyor. Hamidiye Çarşısı’ndaki çayhânede muhabbetli bir çay içtik. Hocamgil ücretini vermek istediklerinde “Parasız” dediler. Muhabbet kaynağı olan çayın parasız olması çayın dostluğuna büyük bir hürmettir. Muzaffer Hocam çay veren kişiye “Somuncu Baba ekmeği var mı?” diye sordu. Kısmetimizde yokmuş ki o gün ekmek çıkmamış.

“Aşk ateşiyle pişen ekmekler”

Ehlinin malûmudur ama yeri gelmişken anlatalım. Emir Sultan Hazretleri, Bursa’dayken Somuncu Baba Hazretlerinin nâmını duyar ve fırınında onu ziyaret eder. Fırında ateş olmadığını görünce bu işin sırrını sorar. O da: “Aşk ateşiyle pişer” diyor. Çünkü bu fırında “ekmekler gönül ateşiyle pişmektedir.”  Asırlardan bu yana “zengine fakire gönülden hediye” babından herkese parasız dağıtılan ekmekler “hediyeleşmeyi ve karşılık beklemeden ikramda bulunmayı” anlatmaktadır. Çarşıdan ayrılırken Muzaffer Hocam Darende hâtırası olarak hepimize hediye aldı.

Velhâsıl, dördüncü büyük seyahatimin zarf ve mazrufu böyle. Bu mânevî mekândan ayrılırken vehbî bir hüzün çöktü içime. Şehre dönüşümüz başlayınca yüreğime sızı düştü… Ulvî bir sızı değil bu, modern-seküler şehrin verdiği sızı… İçimi burkan şehir de, erdemli şehir değil, câhil şehir... İki Hocamın merhametli ve müsamahakâr sîmasına bakarak “Keşke hep buralarda yaşasaydım!” “Keşke hayatım bu ânları ile sürüp gitse!” diye inleyip nâra attım yine. Türküler gittik, türkülerle döndük vesselâm.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder