(Bu Bir Kitap Tanıtım Yazısıdır)
Mehmet Gözükara’nın Seyyah Yazar/Gezerken
Gördüklerim isimli kitabının 122. sayfasında: “Tekir’i bilirsiniz, sanırım.
Kahramanmaraş’ın merkez bucağına bağlı bir yerleşim birimidir. Elbistan’dan
Maraş, Adana, Mersin istikametine gidenler içinden geçerler, ister istemez. …”
cümlelerini görünce üç-beş yıl önce lokantada yaşadığım bir olay geldi aklıma.
Dostların hoşgörüsüne sığınarak: Lokantada biz yemeğimizi yarıladığımız sırada
yan masaların arasında; orta yaşlı, orta boylu, kırçıl saçlı, ceketinin altında
delme yeleğe benzer bir kazak. Kazağın altında boğazına kadar tüm düğmeleri
ilikli beyaz gömlek, ilk bakışta akşamdan yastık altına konup ütülenmiş hissi
veren bir pantolon. Ayağında, burunlarında boya ile kapatılamamış taş yarası
olan siyah bir kundura bulunan, Kaf Dağını ikiye yarıp ortasından çıkmış;
kendinden emin, ömrü boyunca dediği her işi herkese tutturmuş, dert maraz
görmemiş, göz hizasından aşağıya bakmayan, hayattan üzerine zerre kadar yük
almamış bir adam belirdi. Önemsenmesi gereken biri olduğunu tüm lokantanın
yanında, küre-i arzın her milimetresine hissettirircesine etrafına şöyle,
“küçümseme” demeyelim de acıma duygusu gibi bir duygu ile bakınıp, Avrupa’da
görev yapmış diplomat edasıyla bir masaya kurulup oturdu. Ne arzu ettiğini
sormak için yanına gelen garson nazik bir dille “Orası altı kişilik masa, malum
öğlen saati sizi şöyle iki kişilik masaya alabilir miyim?” dedi. Adam garsona
bakmadan ve sanki oturduğu yeri beğenmemiş de kalkıyormuş gibi bir tavırla
kalkıp en yakınındaki iki kişilik masaya oturdu. Garson yanından ayrılınca
oturduğu iki kişilik masadan kalktı, etrafına şöyle -şöyle işte canım- baktı;
gidip dört kişilik bir masaya oturdu. Yanımdaki dosta “Bu adam Elbistanlı”
dedim. Gülüştük.
Sonra ben lavaboya elimi yıkamaya giderken
zihnimde kurduğum bir plan üzere, adamın masasına doğru şöyle bir hamle yaptım
ve “Af edersiniz sizi Andırın’dan birine benzettim” diyerek geri çekildim. -Aklım
sıra adama “Ben Andırınlı değilim, Elbistanlıyım dedirteceğim.- Acıktığından
filan değil de işte öylesine yiyormuş gibi ağzına götürdüğü kaşığı elinde bir
an tutarak, sanki ayağının altındaki mermere söylüyormuş gibi bir üslupla “Ben
Andırınlı değilim” dedi. O kadar…
Elimi yıkayıp masaya döndükten sonra beraber yemek
yediğimiz dost “Ne oldu abi, adamın nereli olduğunu öğrenebildin mi?” dedi. Hiç
tereddütsüz “Elbistanlı!” dedim. Evet, Elbistanlı: Adam benim sorduğum soruya
“Hayır ben Andırınlı değilim Elbistanlıyım” demiş olsaydı, Elbistan’ı da
Kahramanmaraş’ın veya dünyanın herhangi bir ilçesi durumuna indirmiş olacağı
için, aynı cümle içerisinde sıradan bir yeryüzü kazası ile Elbistan’ı bir
tutmuş olacaktı. Dolayısıyla sadece ben Andırınlı değilim demesi Elbistanlı
olduğuna yeterli bir delildir.
Altmış dört Avrupa ülkesinin neredeyse elliye
yakınının, elli dört Afrika ülkesinin yarıdan fazlasının ve on altı Ortadoğu
ülkesinin tamamının kullandığı bir yolu ve o yol üstünde bulunan Tekir gibi bir
beldeyi “Elbistan’dan…” diye tarif eden bir memleket sevdalısından ve onun
yıllarca emek vererek vücuda getirdiği Seyyah Yazar/Gezerken Gördüklerim
kitabından bahsedecekken laf nereden nereye geldi. Hal bu ki ben: Mehmet
Gözükara’nın, cennet mekân Bahaettin Karakoç’la yaptıkları sohbette “Sararan
yaprakların düşmesinin tam vaktiydi oysa. Ömrünün güzüne eren yaprağın,
dalından koparak bir akarsuya düşmesiyle yeni bir yolculuğa çıkması arasında
saklanan, şiir miydi acaba?” dediğini anlatacaktım sizlere ve Bahaettin
Karakoç için “Gönül şehrinin kapısını sözle motifleyip sözle kilitler.”
diyor diyecektim. Ve kitaptan iktibas yapacaktım başlık vermeden, sayfa
numarası yazmadan. “Sizlere içinden geçip gidemediğim bir ‘güzellikte’
yaşadığım/yaşatıldığım bir başka güzelliği anlatmaya çalışacağım burada,
kelimelerimin yettiğince. Kifayetsiz kalırsam, siz, anlatmak istediklerimi
anlatamadıklarımdan bulup çıkartırsınız, biliyorum.” ‘Bu ne alçakgönüllülük’ diyecektim. “Bu bir
araya geliş; şiirin şekil, kalıp ve ölçüye hapsedilerek edebî değerden yoksun,
gönül ilhamıyla yoğrulup şekillenmeden, ham haliyle söz pazarına çıkarılıp şiir
diye sunulduğu laf kalabalıklarının içinden ‘has şiiri’ süzüp çıkaracak şuurda
beş şairin bir araya gelmişliğiydi…” ‘Bir birliktelik vesilesiyle gerçek şiirin
nasıl olması gerektiğini tarif ediyor, Seyyah Yazar kitabında’ diyecektim.
Dükkân’da (TYB
Kahramanmaraş Şubesi)
bir akşam sohbet etmiştik. Kahramanmaraş’taki Sanat Okulu yıllarından
bahsetmişti Mehmet Gözükara. Konu dönüp dolaşıp Şan Sineması’nın birkaç dükkân
yukarısındaki Fidan Lokantası’na gelmişti. Mehmet Bey “Bir tabak kuru fasulye ile
bir somun yerdik, her istediğimizde ekmek vermekten usanmazdı lokantanın
sahipleri. O günlerin hatırasına, elimiz ekmek tutmaya başlayıp, en lüks
lokantalarda yemek yiyecek duruma geldikten sonra da ben Fidan Lokantası’nı
bırakmadım, hala Maraş’a her gelişimde yemeğimi orada yer, dostlarımı orada
ağırlarım.” demişti.
İnsanın aklına şey geliyor… Verilmiş midir
bilmiyorum ama memleketine bu denli âşık olan insanların isimleri yaşadıkları
yerlere, yaşarken verilse olmaz mı? Yarın bir gün bu âlemden göçüp gittikten
sonra…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder