OCAK / Hasan EJDERHA


 

Fatin Rüştü KAYIRAN’a

Dudaklarımıza tütün kadar yakındı türkülerimiz, marşlarımız…

Yüreğimizde karadeniz çırpınırdı.

Ceddimizin kanını pompalardı damarlarımıza bu marşlar ve türküler.

Şehrin ucuz binaları olurdu ocaklarımız. Kucaklarımız kitap, dergi dolu olsa da disiplinli bir okuma söz konusu değildi. Zira vatan bekliyordu kurtarılmak için. Önceliği olmalı değil miydi vatanın? Lisede gönüldaşlar kavga etmişlerdi, eğleşmek de nenin nesiydi kitabın başında. Hoş, sonradan anlaşılsa da kavganın mahallenin kızı yüzünden çıktığı, olsun gene de biz dava için dövmüştük lisenin kötü çocuklarını.

Hepimiz birer fedakârlık abidesiydik, aynı zamanda da habersizdik bu hasletimizden. Fedakârlık abidesi ağabeylerimizin fedakârlıklarına bakarak, bir gün ocağın gençlerine o ağabeyler gibi ağabeylik etmenin hayalini kurardık. Hiç olmayan ama bazı zamanlar cebimizde nasıl oluverdiğine şaşırdığımız okul harçlıklarımız dava için harcanırdı. Ocağın kirası, elektrik, su faturasını ödemeye asla yetmeyecek harçlıklarımızın boynu büküklüğünün yanına bir esnaf ya da memur birkaç ağabeyin katıverdiği bize göre çok paralar ile nasıl şenlenirdi harçlıklarla toparlanan para. Berekete keserdi de ağabeylerin katkısıyla; ocak kirası da, elektrik su faturası da ödeniverirdi. İşte o zaman o şehrin en ucuzu olan ocak binamız bir kere daha bizim oluverirdi. Hanlar hamamlardan müteşekkil mülkleri olan zenginlerden daha zengin olurdu adeta.

Vücudumuzun, zihnimizin çalışması için çay diye bir yakıta ihtiyacı vardı. Yani çaydı vücudumuzu çalıştıran makinenin yakıtı. Bir ağabeyin alıp ocağa getirdiği sıcak pideler, hele bir de zeytin de varsa yanında… Daha ileri gideyim. Ocağın çay ocağında biber varsa zeytinin biberleneceği. İşte bu bizim lüksümüzdü o yıllarda. Biberli zeytinin üzerine zeytinyağı dökmeyi de söyleyecektim ama buna yüreğim dayanamazdı. Bir de çok lüks olacağı için, o yılları yaşayan gönüldaşlarım “hadi ordan!” diyebilirlerdi haklı olarak.

Hepimiz akranlarımızdan on-on beş yaş daha büyük olurduk tavır ve sorumluluk itibariyle. Edamız, büyüklere saygılı davranışımızdaki hâl hareket bile ocaklı olmayan çocuklardan kat kat farklı olurdu. Hürmet ettiğimiz büyüğümüze saygılı davranışımızı çevrede bulunanlar bile fark edebilirdi. Bir ocaklı genç bir büyüğe hürmet ediyorsa, o büyüğe çevreden bunu görenler de rahatlıkla hürmet edebilirdi. Zira o büyüğün kalitesi tescillenmiş olurdu adeta. Mahallemizdeki, okulumuzdaki akranlarımız evlerine çekilip ödevlerini yaparken biz ocağa gidip dava, fikir konuşmazsak öleceğimizi sanırdık.

Çoğu zaman kendi fikrimizin çerçevesinde kurulan partilerimize bile asî olurduk. Ailemizden, Anadolu irfanından süzülerek bize kadar gelmiş bir ferasetimiz vardı ve o feraset ile başında doğru görünse de bize ters gelen her şey karşı çıkar, en azından asî davranışlar gösterirdik. En sonunda gönlümüze uymayan o şeyin yanlış olduğu anlaşılırdı da “biz demiştik” bile demeden devam ederdik yolumuza.

“Oğlum memleketi kurtarmak size mi düştü? Olaylara karışmadan okulunuzu okuyun” diye azarlayan babalarımız, karakola, hapse düşünce “kaldır bakalım başını. Neden yere bakıyorsun? Sizin gibi yiğitlerin yolu mapusa da düşer ara sıra” derdi de ailelerimizin, akrabalarımızın, komşularımızın, mahallemizin aslında belli etmeden bizi desteklediklerini anlayıverince şaha kalkmış atlar gibi olurduk bir anda.

Ocakta yetişip, sonra da ocaktan nüfuz hırsızlayıp başka mahfillere istikbal peşine giden arkadaşlarımız gittikleri o yerin motor gücü olmuşlardır da ocaklar hep garip gelmiş garip kalmaya devam etmiştir. Öylesine itibarın, yiğitliğin içinde garip kalmak, o hüzünlü garipliği yaşamak başka dünyalardan bakan gözlerce anlaşılmadı ve asla da anlaşılamayacaktır o sır;  o hüzünlü sır. Sır diyorum, çünkü dünyada kabul edilen eğitim ve pedagojik sistemlerin hiçbirine uymayan; ama devletlerin de (Özellikle ülkemizin) tam da bu minval üzre bir gençlik yetiştirmek için olmadık manevralar yaparak planlar hazırladıkları, en azından arzuladıkları halde; ülkesine bağlı, yerli, milli, dini bütün, zorluklar karşısında yiğit ve gözünü budaktan sakınmayan, ülkesi dara düştüğünde canını ortaya koyan bu gençlik nasıl yetişiyor?

Bu sistematik nedir?

Kimler hangi pedagojik sistemi kullanıyor da böylesine sağlam bir nesil yetişiyor?

Bu nesil genellikle hangi çevreden gelen gençlerden müteşekkil?

Umurunda bile değil kimsenin.

Bunun böyle olması gerekiyor herhalde. Böyle olunca, iddiasız, karşılıksız sevilince vatanı daha bir anlamlı oluyor.

Lisedeyken biz ocaklıların da üniversite hayalleri vardı ebette. Ama peşinen biliyorduk ki çoğumuz için bir meslek yüksekokulunu bitirip memur olmak bile sevinilecek bir sonuçtu. Önemli şehirlerde önemli fakülteler kazanarak oradaki cepheleri tutan arkadaşlarımız ise kıymetlilerimiz olacaktı.

Öyle bir zaman geldi ki: İş yapmak, ihale almak, lüks araçlara binmek, bir sürü iddiaları olan insanların bile heveslerini kabarttı Türkiye’de. Hatta normal bir hale geldi de bu işler, dünya malı için hiç umulmayan değerleri feda etmeler dikkatleri bile çekmediği gibi, birçok yürekleri bile yaralamadı. Bu hal içinde bile ocaklar misyonlarına olduğu gibi devam etti. Ocakta yetişip de çeşitli parti ve benzeri kuruluşların en önemli adamları olan ocaklılara bile kızmadan, ocakların yitik kuzularıymış gibi inceden bir muhabbet fedâkarane bir şekilde sürdü gitti.

Zayıf düştüğü zamanlar oldu ocakların. 12 Eylül’de bir miktar çırpıldı kanatları. Diğer kanat da Muhsin Başkan’ın şehadetinden sonra çırpıldı. Hatta süvarisi ölen atların garipliği ve hüznü çöktü ocakların üstüne. Merhumdan sonra davayı çekip çevirecek elbette birisi çıkacak diye umutlar sürdü gitti. Lakin bünye gittikçe zayıf düşüyordu. İşte o zayıf düştüğü anlarda nöbet yerini terk etmeyen fedakâr ağabeyler var ya! Hah işte o ağabeyler, o fedakârlar bu ülkenin sivil hayatın içinde herkes gibi yaşayan ama bilinmeyen birçok zor cephede savaş kazanmış paşaları ve önemli yiğitleridir bu davanın. En güzeli de o yiğitlerin payesini onlara veren, emir alacakları hiçbir yerin olmamasıydı. Devletlerinin bekasından başka bir sevdası olmayan bu yiğitlerin, çoğu zaman devletini yöneten büyükleri tarafından bile fark edilmemesi bu sevdayı kara sevdaya dönüştürdü de; “derdimi seviyorum” anlayışından hareketle sevdalarından vaz geçmediler.

Davanın başka partilerden milletvekili olma çabası veren bir zamanların büyük ağabeyleri orada mücadelelerini vere dursunlar. Hâlâ Anadolu’nun bağrından, kendi genetik kotlarından, âdemiyetinden, davasından zerre kadar taviz vermeyecek garip ve yüzü hüzünlü gençleri yetişmeye devam etmekte ve ocaklarında türkü eşliğinde çay ve tütün içmeyi sürdürmektedirler. Önemli üniversitelerde önemli fakültelere giremeyenleri polis, özel harekâtçı olarak vatanlarını resmi görevli sıfatıyla beklemenin de yolu açılmıştır ki ölümüne ülkesinin sınırlarına koşan ocaklılar, devletinin bekasına zarar verecek her türlü hücuma göğüslerini siper etme yaşına gelmişlerdir artık.

Elinizdeki kâğıtta yazılı adresi aramak için yarı metruk bir iş hanının merdivenlerinden çıkarken, yüreğinize işleyen bir türkünün, tırmanmakta olduğunuz merdivenlere kadar gelen payınızı aldığınız anda, yolunuzu türkünün geldiği yere doğru çevirip girin içeri ve soluklanın bir bardak çay ve türkü eşliğinde. Çünkü orada hâlâ bağlama çalan bir genç vardır ve etrafında yeni terlemiş bıyıkları hilal olmaya yüz tutmuş memleket sevdalısı gençler, cümle imkânsızlıkları içinde vatan-millet nöbeti tutmaya devam etmektedirler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder