Bir Kamyon Hatıra / Mustafa Cihan Alliş


Elektriklerin kesildiği akşam çocuklar yerde oturup sehpanın üzerindeki mumun ışığında gölge oyunları yaparken büyükler de muhabbete başladı. Bizim belki hayal bile edemeyeceğimiz günlerden, elektriğin olmadığı zamanlardan hatıralar saçılmaya başladı ortalığa. Karanlık bir yolda babaanneme bisiklet çarpmasından, akşam ezanını minarede okumak için nasıl yarıştıklarından, kamyonun farını yakıp komşuların bizim avluda nasıl kurban kestiklerinden bahsettiler.

Sonra kişiler, olaylar sataşmalar birbirine tutuşturulup akıp gitti.

“Ne yaptı o?”

“Sağ mı daha? Adı batsın!”

“He askere gittiydi de geri dönmediydi oğlu…”

“İki kızı da kocaya kaçmış amma yalan, yokluktan düğün edecek halleri yok.”

“Demir-çelik yapılırken köydeki herkesi fabrikaya çağırdılar da muavin gitti deden akıllılık edip gitmedi. Güya patron ya kamyonunda…”

Başından beri sadece dinleyen, kamyon lafı geçince kafasını öne eğen dedem bu sefer cevap verdi:

“Patrondum tabi. Koca kamyon...”

“Aman, patronmuş. Senden güccük adam senden on yıl evvel emekli oldu.” dedi babaannem. Ortalık kızışacakken memur olan amcam tatsız ama işime gelen bir müdahalede bulundu:

“Ana dur hele, keyfimizi kaçırma. Otantik bir ortam bak, dışarıda yağmur, soba yanıyor, mum ışığındayız…”

Babaanneme böyle denir mi? Bunlar hep rezillik ona oysa.

“O muavinle Suriye’ye mi gidiyodunuz ne baba?”
“Ha ya. Az yol gitmedik onlan. Sonra demir-çelikti, sigortaydı, maaştı deyip gittiydi. Allah razı olsun çok yükümüzü çekti.”

Kamyoncunun hatırası bitmez. Hele bir de bizimkiler gibi aile boyu kamyoncularsa; aynı kamyonla aynı yollarda ayrı ayrı yük çektilerse birbirlerini kataraktan bir ton hatıra çıkarıverirler ortaya. O sonu olmayan yolların sonuna varıp da geri dönerler de hatıra biter mi? Oraya kadar götürüp getirirler valla. Getirmezlerse iş kötü. Suriye, Irak, İran bahsi neyse de İstanbul’a varılınca mesele Türkan Şoray’a, Kadir İnanır’a, adamına göre Müjde Ar’a geliyor. Her kamyoncuyu İstanbul’da Yeşilçam oyuncularından biri karşılamış oluyor çünkü.

Kazalar, şirketler, yolun her türlüsü, yük için girilen kuralar ve dedemin hakkı olmasına rağmen “ayıp olur, ihtiyacı vardır, akrabadır” deyip kaptırdığı kıymetli yükler, yükü geciktirince yenilen dayaklar… Derken babam geç kalıp dayak yememek için dilini nasıl ısırıp nasıl dinç durduğunu anlatmaya başladı. Dilini mumun aydınlığına doğru çıkarıp gösterdi. Dedem de torunlarına bakıp “eee” diyerek gösterince torunları olarak gülüştük. Gerçekten de dilleri lime limeydi. Ha bir de demli çayın yanında Gripin ağrı kesicisi. İki saat daha yolda götürürmüş uykusuz adamı.

Ben son kamyonumuza yetiştim. Hatta küçükken yola gitmişliğim bile var. Dotç AS 900. Kırmızı. Motor kaputunun yanlarında, ucunda birer top olan demirden süsleri vardı. Bir metal yığınında ne kadar süs olabilirse işte.  

Bu arada oğulları tonajıyla, yatağıyla, yokuşuyla AS 900’ü övmekle bitiremezken dedem hiç konuşmadı. Satıldığı günü tekrar yaşıyormuş gibi bir hali vardı. O ânı kimse görmemişti. Ben ise balkondaydım. Evin önünden kamyonu alıp gittiklerinde dedem bir süre arkasından bakmış sonra oldukça sert hareketlerle sığırlıktan peguat mobiletini çıkarıp kamyonunun peşinden gitmişti. Çocukça korkularla ve terliklerimle ardından koşmuştum. Değirmenin orada ana caddeye çıkmadan mobiletten inip, hareketsizce kamyonunun gidişini seyretmişti dedem.

Yanına varamamıştım.

Seslenememiştim.

Öylece kalakalmıştım ben de.

Dedemin gözyaşları akmaya hazır beklerken kamyonun hurdaya ne kadara verildiği konuşuluyordu. Dedemin iyice hüzünlendiğini fark eden babam:

“Onun parasına da Toros mu aldıydık ne?”

Dedem titreyen sesiyle mücadeledeyken:

“Etmediydi bile!” diyerek başını bir yere vurmuş gibi birden geriye çekilip burnunu çeke çeke göz yaşlarını sessizce bıraktı.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder