Elektriklerin kesildiği akşam
çocuklar yerde oturup sehpanın üzerindeki mumun ışığında gölge oyunları
yaparken büyükler de muhabbete başladı. Bizim belki hayal bile edemeyeceğimiz
günlerden, elektriğin olmadığı zamanlardan hatıralar saçılmaya başladı
ortalığa. Karanlık bir yolda babaanneme bisiklet çarpmasından, akşam ezanını
minarede okumak için nasıl yarıştıklarından, kamyonun farını yakıp komşuların
bizim avluda nasıl kurban kestiklerinden bahsettiler.
Sonra kişiler, olaylar sataşmalar
birbirine tutuşturulup akıp gitti.
“Ne yaptı o?”
“Sağ mı daha? Adı batsın!”
“He askere gittiydi de geri
dönmediydi oğlu…”
“İki kızı da kocaya kaçmış amma
yalan, yokluktan düğün edecek halleri yok.”
“Demir-çelik yapılırken köydeki
herkesi fabrikaya çağırdılar da muavin gitti deden akıllılık edip gitmedi. Güya
patron ya kamyonunda…”
Başından beri sadece dinleyen,
kamyon lafı geçince kafasını öne eğen dedem bu sefer cevap verdi:
“Patrondum tabi. Koca kamyon...”
“Aman, patronmuş. Senden güccük
adam senden on yıl evvel emekli oldu.” dedi babaannem. Ortalık kızışacakken
memur olan amcam tatsız ama işime gelen bir müdahalede bulundu:
“Ana dur hele, keyfimizi kaçırma.
Otantik bir ortam bak, dışarıda yağmur, soba yanıyor, mum ışığındayız…”
Babaanneme böyle denir mi? Bunlar
hep rezillik ona oysa.
“O muavinle Suriye’ye mi
gidiyodunuz ne baba?”
“Ha ya. Az yol gitmedik onlan.
Sonra demir-çelikti, sigortaydı, maaştı deyip gittiydi. Allah razı olsun çok
yükümüzü çekti.”
Kamyoncunun hatırası bitmez. Hele
bir de bizimkiler gibi aile boyu kamyoncularsa; aynı kamyonla aynı yollarda
ayrı ayrı yük çektilerse birbirlerini kataraktan bir ton hatıra çıkarıverirler
ortaya. O sonu olmayan yolların sonuna varıp da geri dönerler de hatıra biter
mi? Oraya kadar götürüp getirirler valla. Getirmezlerse iş kötü. Suriye, Irak,
İran bahsi neyse de İstanbul’a varılınca mesele Türkan Şoray’a, Kadir İnanır’a,
adamına göre Müjde Ar’a geliyor. Her kamyoncuyu İstanbul’da Yeşilçam
oyuncularından biri karşılamış oluyor çünkü.
Kazalar, şirketler, yolun her
türlüsü, yük için girilen kuralar ve dedemin hakkı olmasına rağmen “ayıp olur,
ihtiyacı vardır, akrabadır” deyip kaptırdığı kıymetli yükler, yükü geciktirince
yenilen dayaklar… Derken babam geç kalıp dayak yememek için dilini nasıl ısırıp
nasıl dinç durduğunu anlatmaya başladı. Dilini mumun aydınlığına doğru çıkarıp
gösterdi. Dedem de torunlarına bakıp “eee” diyerek gösterince torunları olarak
gülüştük. Gerçekten de dilleri lime limeydi. Ha bir de demli çayın yanında
Gripin ağrı kesicisi. İki saat daha yolda götürürmüş uykusuz adamı.
Ben son kamyonumuza yetiştim.
Hatta küçükken yola gitmişliğim bile var. Dotç
AS 900. Kırmızı. Motor kaputunun yanlarında, ucunda birer top olan demirden
süsleri vardı. Bir metal yığınında ne kadar süs olabilirse işte.
Bu arada oğulları tonajıyla, yatağıyla,
yokuşuyla AS 900’ü övmekle bitiremezken dedem hiç konuşmadı. Satıldığı günü
tekrar yaşıyormuş gibi bir hali vardı. O ânı kimse görmemişti. Ben ise
balkondaydım. Evin önünden kamyonu alıp gittiklerinde dedem bir süre arkasından
bakmış sonra oldukça sert hareketlerle sığırlıktan peguat mobiletini çıkarıp
kamyonunun peşinden gitmişti. Çocukça korkularla ve terliklerimle ardından
koşmuştum. Değirmenin orada ana caddeye çıkmadan mobiletten inip, hareketsizce
kamyonunun gidişini seyretmişti dedem.
Yanına varamamıştım.
Seslenememiştim.
Öylece kalakalmıştım ben de.
Dedemin gözyaşları akmaya hazır
beklerken kamyonun hurdaya ne kadara verildiği konuşuluyordu. Dedemin iyice
hüzünlendiğini fark eden babam:
“Onun parasına da Toros mu
aldıydık ne?”
Dedem titreyen sesiyle mücadeledeyken:
“Etmediydi bile!” diyerek başını
bir yere vurmuş gibi birden geriye çekilip burnunu çeke çeke göz yaşlarını
sessizce bıraktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder