Zâlim ve insafsız koronavirüs dostlardan ayrı düşürdü. Yüreği ve kalbi yokmuş, dostluk nedir, firak nedir bilmezmiş koronavirüs. Sokakları işgal etti, yasak koydu, eve hapsetti. Dost yüzü ve sesine hasret koydu. Yavaş hayata geçtim ve geceler yârim oldu. Dost hasreti gönlümde demlendi de demlendi, dost hüznü çoğaldı çoğaldı da. Bundandır ki dostların şiirlerini kıraat ederek şifa buluyorum.
“Nefes”
Fikir cephesinin yaman savaşçısı, medeniyet müdafii ve “Ben Bilge Kişi’nin dilencisiyim” diyen İsmail Göktürk’ün meftun olduğum hocasına yazdığı “Nefes” şiiriyle başlıyorum gece yarısı dostluk tâlimime. -Ali Yurtgezen Hocama hürmetle- “Merhamet et hâlime, her şeye agâhım Ali Var mı senden başka söyle, ilticâgâhım Ali”
Neyzen Tevfik
“Ehli hâl değilim, esrârı kapalı semânın / Esmâya muhatap âdem olamadım Ali / Pür kusurum hem pişman, şâkisiyim daru’l emânın / Dünyaya yüzüstü düşmüşüm, doğrulamadım Ali / Bunca yıl kapındayım, yine ağyârım Ali / Nâçârım, eşiğinden geçmedi âhu zârım Ali / Rind-i Kerbelâ iken dilencisiyim dergâhının / Ahvâli arza ne hâcet, müşkilim sana âyandır / Meczûbuyum, hayrânıyım ilm-i ledün mâhının / Ahâlî ta’n eylemiş, hâlim ehl-i irfâna tuğyandır / Kuşatılmış sadrım, hem zebunum dermânım Ali / Nedâmetten melâmete kalbet fermânım Ali / Mâsivâ pazarında rüsvâyım, gönül âyinem kırıldı / Azatsız köleni gör, kaç efendiye satılmışım Ali / Unuttum erkânı, sıdk u sıfatım özümden ayrıldı / Yüzgeri etmeden sor, kaç kapıdan atılmışım Al / İkrârımdan hezâran dönmüşüm, arsızım Ali / Aramam senden gayrı melce’, umarsızım Ali.”
“Marallar oymağında bir ceylanla oturup ağlamak”
Seher vakti derûnuma iyice işliyor, tâlime devam… Merhametli yüreğine kuş, çocuk, ağaç, anne, baba, dede ve nineler yuva yapan, onların sevgisini mısralara çeken ilk göz ağrım Hasan Ejderha’nın “Marallar oymağında bir ceylanla oturup ağlamak” şiirini gözyaşlarımı tuta tuta okuyorum:
“Hüznünü dağlara savuran / senin kırılgan ürkekliğin yok mu ceylan / ruhumu kanatlandıran /an be an kaçmaya hazır hâline / ne aşklar susadı / Ah ceylan!/ ürkek aşkların zarif sultanı / karanlıkları silen aydınlığını / saklama dağlardan senin gözlerinden kopan / bir deniz boğulur bende /merhametin ziyası sende parlar / güzellik sende kanat açar göklere / Beni böyle koşturan arkandan / bir avcılık hâlidir sanma n'olur /aşka uçan turnalar içimde kanat vurur /denizler içimde kudurur / okyanuslar içimde durulur /sana âşık her avcı içimde vurulur / İn ovalara ceylan! / bu yürekle sana haykıran / en soylu ağıtları sunmalıyım / Bir tel hıçkırır derinden / gözlerinden kopan bir damla yaş aşkına / bir yiğit ölür pusuda haybeden / yapılar yükselir göğe şehirlerden / ağır yükler altında sokaklar erir / binlerce insan binlerce yalnızlığı emzirir / İn ovalara ceylan! / buralarda yaşanmaz sensiz / şehirler kurmalıyız ceylanlar gezinen / kuşlar uçmalı göklerinde şehrimizin / marallar olmalı sokak başlarında / körpe yavrularını emziren / şaşırıp kalmalı avcılar iz sürerken / Ay ceylan! / Boynumda bir vebaldir çağın insanı / kirlerinden oluşmuş zamanın lisanı / her şeyin üstünde işgal var / bunalıyorum ay ceylan / içinden çıkamadığım bir hâl var / ya sen balalar balası / yüreğinde ateş, gözlerinde hilâl var / Sen ve ben ceylan / cerenler bizi izlerken yükseklerden / asrın çizgilerini çizmek üzre / hayatı hüzn’olan turnaların / aşkına denk bir aşkla / çeteleler tutmalıyız yine aşklara dair / Ceylan ceylan! hüznünde beni an / senden aldığım yaralardandır / yüreğimden sızan kan / Sen sultansın nazlan ceylan / Yürekler kanatan naz var sende / Kıtalara yayılan yaz var sende / Bir kurşunla hazan olan güz var sende / Her hücremde gezinen iz var sende / Yüreğime sürekli batan biz var sende / Sen sultansın nazlan ceylan / Senden aldığım yaralardandır / Yüreğimden sızan kan”
“Yola Koyulan”
Sahur bereketi, seher vaktinde ince ve ulvî bir sızılarım hâlâ var, seviniyorum. Bu sızıyla, uzak Batı gurbetinde çile çeken şair-i âzamım Mehmet Narlı’nın “Yola Koyulan” şiirini okuyarak devam ediyorum:
“Hıra kadar Müslüman Tanrı Dağı kadar Türk / olduğumu unutarak daha doğrusu unutturarak / bekledim gökte kara yerde haki bulutların dağılmasını / iskambil ve ciğer dürümü ile çocuk bahçesinin oralarda / kırılmış yoksul hançeri fersiz göz harcanmış son para / olarak mı kalacağım dedikten dört mevsim sonra / durdum patlıcan çuvalı yün yorganla kapısında müftü okulunun / kendimce şair herkesçe mahcup ve daima köylü olarak / ışık ne doğudan ne batıdandır dedi öfkesi boyunu aşan kişi / Allah’ın ışığı âlemleredir ve vardır müslümanca ölmenin bir yolu / ablak yüzlünün elinde bir kitap: Atatürk’e göre Kur’an nasıl okunur / su kaynatan bir motoru göreniniz çoktur işte öyle / taşıp koridorlara taşıp caddelerine çiftliğin / bütün bildiklerim dolanarak ayağıma / ne oluyor Ahmet dedim ne çok şey biliyor insanlar / anamın duasını törenin devletini Osman’ın rüyasını / sonradan Maturidî olduğunu öğrendiğim aşklarımı / öyle emin öyle mağrur nasıl küçümsüyorlar / yahu genetik izin vermez dediysem bile / dostum ısrarcı oldu devrimci olalım diye / üç kişilik odada toplanıp on beş kişi ve iki yedek / bastık tütünü bastık türküyü kekremiş dilimize / ‘yaprak döker bir yanımız bir yanımız bahar bahçe’ / daha da konuşmam artık çekildi derler ne güzel / ne güzel küçük ve lüzumsuz dünyamla / dolaşırım ben de şiirin parmak uçlarında / başparmak Sezai ortası ismet küçüğü Attila / ‘başım eğik dilim kapalı gözler kan çanağı’ / geçtim müftü okulundan edebiyat sahanlığına.”
“Tütün ve çay”
Dost deyince gecenin ikinci yarısı, Sivas’ın fikirli soğuğu, yufka yürekli çoban, günde beş vakit şair ve fakîre “anam” diyen Memduh Atalay’ın “Tütün ve Çay” şiirini okuyarak gönül tâlimimi hızlandırıyorum:
“Aşk şiiri yazamazdı Hasan Hüseyin / Çünkü aşk şiirden önce gelirdi / Ben adını ağaca yazdığım günden beri / Bir ileri iki geri ama sen hep şiirden içerisin / Adam aldırma demeden tam ortasında savaşın / Cihadın derdik eskiden eskimeyen dâvalar zamanında / Şimdi yedeğindeyiz karşı çıktığımız das kapital dâvasının / Ve savaşımızın tam ortasında das kapital / Şiirini de yazarız aşkın resmini de çekeriz gözyaşının / Gel merhamet rozeti satın alalım kadın uğultulu bir kermesten / Üzerinde az fikir de olsun eskiyi hatırlatan / Dergilerde adımız protokolde yerimiz sağlamlaşsın / Eskinin anısına / Severken de çocuktuk kavgada muzafferken de / Ağladık hep emellerin boş kalan avuçlarına / Bizi bulutsu gözlerimizden tanıdı tarihin tüm Hüseyinleri / Namlular bizi gösterdiğinde aynı sesin yankısı / Bıçaklar keskinleştiğinde bizdik yine Allah’ın aslanı /Ali’den gelen bir damarımız var ki hep dimdik korkusuz / Ölümü güzelleştirdik ve ismimiz yaşadı çocuklarda / Adam gibi ölmesini bildik şükür / Kâra tahvil etmeden / Şimdi aşktan ayrı görünen yüzümüzü çok katlı bir muska gibi / Ağaran saçlarımız örtüyor hal ehli bilir / Tütün gibi sarıp yaktık dünyayı / Çay gibi ikram ettik tüm dünyalıkları / Neyimiz var boş bardak ve bir içimlik tütünden başka / Belli yerimizi yadırgadık bizi yadırgadı tüm kartviziti olanlar / Biz bir gölge gibi geçtik / vicdanlarınızın ve eşyalarınızın arasından / Ve dünyayı bir katır gibi tutup yularından / Dünyalıkları dünyaya sığmayanlara / Musalla kardeşlerine ve iz süren avcılara /Bıraktık”
“Çöl uyandıran yağmur”
Seher vakti kalbin uyanış saati… En çok tâlim ettiğim ve kendim olduğum ânlar. Bu geceyi dost şiirleriyle yollamak istiyorum. Kelimelerin en nariniyle, en sessiz ve yumuşağıyla şiir yazan şair Yasin Mortaş’ın “Çöl uyandıran yağmur” şiirinin 1. bölümünü okuyup saadet asrına kanatlanıyorum:
“Sıcak su / buza keser mi? / Ey Nebî / bu ne garip bir ateştir / kalbim, kendi çölünde ateş ateştir!... / Kendi kavıyla yanan kibrit / ve suyu çekilmiş sünger gibiyim /40 dereceyle duruyorum hayat ortasında / Saatler ateş aldı yine Ey Nebî!... / Hangi gözümle baksam yüzlere, putperest / Sağımda kâhin panayırları / solumda şeytan kabileleri/iyilik cesetleri / Karaya oturmuş bir deniz gibi kalbim / denize tutunmuş bir dağ gibi ellerim / Bir kandil rüzgârı / büktü de boynumu / gelmedin Ey Nebî!... / Kanımda ateşgede / süvarilerin nal çıngıları / günümü tutuşturur ve üstüme döker gece küllerini / sesimi içer kinim/rengimi tutar çöl / yatsılara yaslanan ay saklar ışığını / Sen, ‘açıl!’ dediğinde açılan ay / ‘kapan!’ dediğinde kapanan ay / şimdi gözlerimde / gece lekeleri / (Yoğun aşk yağmurları özetliyorum sabrıma / rengim yıkandıkça açılıyor Habil yanlarım) / Gel desem / kalbime ışık tut desem /gelir misin Ey Nebî?... / Beni kurtar Ey Resûl! / Gök bir yağmur kasidesi gibi hüzün içiyor / ‘O’ kâinata güneşten bir elbise biçiyor / bir çocuk anne sütünden geçiyor / anne çocuğun aşkından geçiyor / ırmak deniz küskünü / yol kendine uzak bir menzil / güneş üzerine güneş çekiyor / ağaç baharı özlüyor / çöl / Medine kuşuna su oluyor / Mekke / bir hurmanın dalında / Peygamber ağlamaları saklıyor / (Ey kalbimde Hacerü’l Esved dokunmaları büyüten Mekke! / Seherin melek kanatlarından incinmiş yel! / ütülenmiş şafak gibi takıl sızılı tüllerimize / bir Medine tebessümüyle açılsın Ensar pencereleri.) / Sen / İkindi gölgesini tutmadan / ve akşam geceye tutunmadan / niçin gelmiyorsun / Ey Nebî?... / Bir gözümüz diğerine muhalif / aynalarda uzayan yalnızlık gibi elif / Hıra aydınlığında sertliğini unutan taş metaneti / Cibril yağmuruyla telaşlaşan çöl harareti / dağlarda bir peygamber titremesi / bir Hatice sessizliği yağmurlarda / soğumamış azığın ahret çözülmesi / gözlerimizden sağanak bulut terlemesi / kalemlere sonsuz mürekkep çekilmesi / (İçimde taşan hayatı / bir balçık özetiyle kuruttum toprakta / aynada tozlanan bakışları not tuttum / öyle baktım alnıma sıvanmış utançlara) / Sen / Allah’ın elçisi / rüzgârsız yapraklarımız döküldü / neden gelmedin Ey Nebî?... / Bu çağda / mumu kurutmuş ateş, bu ateş nasılsa? / taşa dadanmış bir acı, bu acı nasılsa? / şeytana akan bir kan, bu kan nasılsa? /çıngıya dokunmuş bir bulut, bu bulut nasılsa? / gölgeye tutunmuş ikindi, bu ikindi nasılsa? / kuşa tutulmuş cıvıltı, bu cıvıltı nasılsa? / kelime çağıran bir lügat, bu lügat nasılsa? / kaşıntı tutkunu bir yara, bu yara nasılsa? / harf unutan bir kalem, bu kalem nasılsa? / anne büyüten bir çocuk, bu çocuk nasılsa? / rüzgârı eğen bir başak, bu başak nasılsa? /sesini arayan bir ses, bu ses nasılsa? / kurdu çağıran bir kuzu, bu kuzu nasılsa? / geceye seğirten bir gün, bu gün nasılsa? / olta çağıran bir balık, bu balık nasılsa? / aslana bürünmüş bir ceylan, bu ceylan nasılsa? / akbaba çağıran bir leş, bu leş nasılsa? / bulutu unutan bir yağmur, bu yağmur nasılsa? / Nasıl olursa olsun EY RESÛL!”
Hülâsa-yı kelâm; şiirle gönlünüz âbad oluyor, şifa buluyorsanız, mübarek ramazan ayında korona kâbusuna karşı siz de şiir okumayı bir deneyin, derim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder