KÜÇÜK KUZU / Teyfik KARADAŞ

Anı Hikâye

Çocukluk yıllarım doğduğum köy Döngel’de geçti. Döngel; göklere yükselen karlı dağları, buram buram sümbül kokan yaylaları, balta girmemiş ormanları, buz gibi akan pınarları, milattan on altı bin yıl öncesine ışık tutan tarihi kalıntıları ve burada zikredemediğim birçok farklı güzelliğiyle dünyanın saklı cennetlerinden bir köşedir. O yıllarda köyümüzün halkı hayvancılık, ormancılık ve kısmen de çiftçilikle geçinirdi. Benim ailemin de geçim kaynağı hayvancılıktı.

Ben ise eğitim öğretim döneminde okula gider, yaz tatilinde ise oğlak veya davar güderek yani çobanlık yaparak aile bütçemize katkı sağlardım. Köyümüzün ilkokul binası yetersizdi. Bu nedenle okula öğleye kadar veya öğleden sonra giderdik. Okuldan geldikten sonra çantayı bir köşeye atar, önlüğü bir yere fırlatır, yemek bile yemeden cebimize biraz kuru üzüm veya biraz tahrana koyar hızlıca sokağa koşardık. Sokakta arkadaşlarımızla toplanır mevsimin, iklimin şartlarına göre oyunlar oynardık. Oyun oynadığımızı öğretmenlerin görmemesi için genelde ıssız sokakları, kuytu yerleri seçerdik. Hava yağmurlu ise bir evin sofasının altında gülle oynar, hava güneşli ise Kızılburun Tepesinden aşağıya doğru kağnıya binerdik. Kar yağdığı günlerde ise bazen kızağa biner, bazen de köyün yakınlarında teksaçma tüfeklerle avcılık eğitimi yapardık. Çelik çomak, beş taş, yakan topu, birdirbir, mendil saklambaç günlük olarak oynadığımız rutin oyunlardı. O günler çok güzeldi, her günümüz bayram günü gibi geçerdi.

Köyümüzün akşamları anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalır. Yaşamak gerekir desem, artık yaşama şansımızda kalmadı. O zamanlar köyümüzde elektrik, telefon, şebeke suyu gibi hiçbir alt yapı tesisi yoktu. Evlerin ihtiyacı olan su köyün meydan çeşmesinden getirilir, çok acil durumlarda telefon görüşmesi 6 km ilerideki Tekir Jandarma Karakolundan yapılır, aydınlatma işi evlerde bulunan idare veya gaz lambalarıyla sağlanırdı. Lambaya konacak gaz bulunmadığı günlerde çam çırasının ışığında otururduk. Köyümüzde mahallenin adına oba denirdi. Her obanın bir aksakallısı, her aksakallının da bir misafir odası bulunurdu. Misafir odaları yetmiş sekseksen metre kare bu günkü küçük konferans salonu büyüklüğünde yerlerdi. Bir misafir odasında aynı anda seksen doksan kişi ağırlanabilirdi. Bizim obanın aksakallısı dedemin abisi Tatar Kocaydı. Ben ona Tatar Koca yerine dedemin kardeşi olması münasebetiyle sürekli olarak Tatar Emmi derdim.

Hemen hemen her akşam, akşam yemeğinden sonra Tatar Emminin odasına koşardım. Koşardım derken annem, babam ve kardeşlerim topluca giderdik. Tatar Emmi misafir odasının arka tarafında üzeri yün döşek serili bir sedirin üzerinde sırtını halı yastıklara dayayarak otururdu. Odaya gelen misafirler gider önce Tatar Emminin elini öper, sonrada Tatar Emminin gösterdiği yere otururlardı. Misafir odasının içinde kadınları, erkeklerin çocukların oturacağı yer gizli bir kurala göre önceden belliydi. Örneğin ben çocuk olduğum için sürekli giriş kapısının arkasında otururdum. Tatar Emmiyi ayağındaki kalınca kahverengi kumaştan yapılmış şalvarı, yakasız beyaz gömleği, gömleğin üzerindeki siyah cepkeni cepkenin cebinde madalya gibi duran köstekli saati ve başındaki kocaman sarığıyla gördükçe sosyal bilgiler kitabında resimlerini gördüğüm Osmanlı padişahlarının vezirlerine benzetirdim. Akrabam olduğu içinde onunla daima gizli gizli gurur duyardım. Tatar Emminin odası akşam namazından yarım saat sonra ağzına kadar dolardı. Geç kalanlar çoğu zaman oturacak yer bulamazdı. Tatar Emmi bazen Battal Gazi’den,  Hz Ali’den cenkler anlatır, bazen Karacaoğlandan, Dadaloğlundan türküler söyler, kimi zamanda kendinin pehlivanlık, avcılık, seyahat anılarını anlatırdı. Tatar Emmi konuşurken kimsenin ağzından çıt çıkmadığı gibi anlattığı olaylardan etkilenip hıçkırarak ağlayanlar olurdu. Tatar Emmi Battal Gazi’nin cengini anlatırken ben Tatar Emminin Malatya’nın fethinde Battal Gazi’yle birlikte savaştığına inanmıştım. Tabi ki Tatar Emminin odasında her gün sadece kendisi konuşmaz, başka konuşanlar da olurdu. Bu konuşan kişiler genellikle cin, şeytan, peri gibi konularda mahalli masalları anlatılırdı. Arada bir sıra türküsü söylendiği de olurdu. O günkü misafir odaları bu günkü kültür mekezlerinin gördüğü işi fazlasıyla yerine getirirlerdi.
Bir gün Tanır köyünden gelen yabancı bir adam dedemin babası Tatar Osman’ın gece Döngel Mağaralarından geçerken bir oğlak gördüğünü, oğlağı kucağına alıp severken oğlağın ağzına öykündüğünü, baktığında oğlağın burnunun olmadığını, oğlağın cin olduğunu anlayıp bismillahirrahmanirrahim diyerek taşa çaldığını, oğlağın bir anda ortalıktan kaybolduğunu anlatmıştı. Ben bu olaydan çok korkmuştum. O gece ninemin yanında yatmıştım. Tatar Emminin evinde gelen misafirlere günlük çay, kömbe, tarhana, kuru üzüm gibi yiyecekler ikram edilir, saat on gibi, çağla herkes evine dağıla denir, bir gün sonra toplanmak üzere evlere gidilirdi. Tatar Emminin aile efradı gelinleri, kızları, torunları günlük olarak ağırlanan bu misafirler için öf bile demezlerdi. Misafire hizmet etmekten zevk alırlardı. O günler bereketli günlerdi. O günler hürmetli günlerdi…

Bizim davarlarımız kışın Yeşilgöz yakınlarında kışla adını verdiğimiz barınakta kalırdı. Haziran ayı geldiği zaman da ailemize ait Mağaralı Yaylasına göçerdik. Ortaokul birinci sınıfta okuduğum sene bizimkiler Haziran ayını beklemeden nedense mayıs ayının ortasında erkenden yaylaya göçtü. Ben köyde dedemin yanında kaldım. Ortaokul Tekirde olduğu için her gün arkadaşlarımla Tekire yaya olarak gidip geliyordum. Haziranın ortasında okul bitti, karneleri aldık. Ben zaten yaylaya gitmeyi anneme kardeşlerime kavuşmayı iple çekiyordum. Derslerimde fena sayılmazdı. İngilizceden bütünlemeye kalmıştım. Babamın bu durumu hoş görüyle karşılayacağını tahmin ediyordum.  Neticede öylede oldu. Cumartesi günü babam beni yaylaya götürmeye geldi. Ben sevinçten göklere uçuyordum. Anneme kavuşacaktım, kardeşlerime kavuşacaktım, sümbüle, menekşeye, güle kavuşacaktım…

Babam ile birlikte yolculuk hazırlıklarını yaptık, ikindi namazından az sonra atlara binerek yola koyulduk. Döngel’i Tekir’e bağlayan en kısa patika olması münasebetiyle rotayı Koyun Yolundan çizdik. Köyün çıkışından itibaren yolun etrafı minare yüksekliğindeki çam ağaçlarıyla doluydu. Çam ağaçlarının arasındaki tesbiler çiçek açmış, açan çiçeklerin mis gibi kokusu bizi mest ediyordu. Babamla hem ata binme teknikleri üzerine sohbet ediyorduk, hem de babam bindiğim atın yularını sağlam tutmam hususunda beni ikaz ediyordu. Ayrıca okulda, köyde, yaylada ve her yerde büyüklere karşılı saygılı olmam hususunda bana nasihatte bulunuyordu. Çam ormanlarının arasındaki gittikçe yükselen kıvrım kıvrım yollardan geçerek Dikili Taş’a, oradan da Karga Sekmez tepesine kavuştuk. Karga Sekmez tepesinden kuzeye baktığımda Tekir Köyü bütün ihtişamıyla bir kartpostal gibi görünüyordu. Babam at üzerinde binili olmasının avantacıyla yolun sağında, solunda gördüğümüz veya karşıdan gelen insanları savaş kazanmış bir komutan edasıyla selamlıyordu. Tepeden aşağıya doğru döndüğümüzde atlarımız iyice hızlandı. Arkıtça çayını sığ bir yerinden geçip, Tekir Karakolunun önünde asfalt yola kavuştuk. Tekirdeki lokantaların anons sesleri anlaşılır şekilde duyulmaya başladı. Bir iki dakika sonra bizde Tekirin çarşısı konumundaki lokantalar bölgesine vardık. Atlarımızı bir çınar ağacına bağlayıp Murat Remzi’nin Bakkalından alış veriş yapmaya başladık. Babam evin çay, seker, helva, tuz gibi ihtiyaçlarını aldı. Ben de babama fark ettirmeden cebimdeki en son harçlığımla kardeşlerime hediye olarak bir kilo pijamalı şeker aldım. Aldığımız yiyecekleri atların terkisinde bulunan heybelere doldurup atları bağladığımız yerden çözerek yolumuza revan olduk.

Tekirin çıkışında Yusuf Mehmet’in lokantasının yanından sağ tarafa dönüp Tekir Çayını Muratlar Köprüsünden geçerek Tekir’i Yeşilgöz’e bağlayan stablize yola doğru hızla ilerlemeye başladık. Benim binili olduğum amcamın atı dizginini bıraksam dörtnala kalkacak belki de beni üzerinden gökyüzüne fırlatacak gibi hızlı hareket ediyordu. Gittiğimiz yolun sağ tarafı ardıç ormanlarıyla kaplı Kurubel Dağı, sol tarafı Tekir Suyuydu. Tekir Çayında zıplayan kırmızı benekli alabalıklar, acayip acayip ses çıkaran kurbağalar,  sol tarafta ardıçların içinden uçuşan serçeler, rengâ renk ardıç kuşları, tarlaların kenarındaki kavakların başına yuva yapmış kargalar ilk etapta gözümüze çarpan güzelliklerdi. Kara Ağaç mevkiine vardığımızda ekin tarlalarının alt kısımlarındaki çayırlıklardan tırpanla ot biçen çiftçiler, bor kalmış tarlalarda inek otlatan küçük çocuklar, karşı tarafta fasulye çapalayan kadın işçiler sanki cansız topraklara can veriyorlardı. Saman Taşına ulaşınca vurduk atlarımızı sağ taraftaki hırçın dağlara. Atlarımız ardıç ormanlarının içindeki rampalı virajlı patika yollarda ilerlerken rakım yükseliyor, rakım yükseldikçe ardıç ağaçlarının yerini meşe, şimşir, diken ağaçları alıyordu. Yolun taşlı olması atların yürümesini oldukça zorlaştırıyor, nallardan çıngı çıkıyordu. Ormanların içinden aniden çıkan bir sincap veya tilki yavrusu atlarımızın ürkmesine neden oluyordu. Özellikle benim kilomun hafif olmasından dolayı düşme tehlikesi geçiriyordum. Bu arada atlar acıkmış olmalı ki yolların kenarındaki dağ yoncası, üçgül gibi güzel otlara saldırıyorlardı. Biz böyle meşakkatli bir yolculuktan sonra akşam ezanı vakti Sakız Boynuna intikal etmiş olduk.

Sakız Boynunda Çavuş Hüseyin’in çadırı vardı. Çavuş Hüseyin’in hanımı merhum Zekiye teyze yolumuzu kesti. Bizi akşam yemeğine davet etti. Babam geç kaldığımızı beyan ederek yemek davetini kabul etmedi. Bunun üzerine Zekiye teyze bize birer tas ayran ikram etti. Buz gibi keçi yoğurdundan yapılmış ayranımızı içtikten sonra yolumuza devam ettik. Yükseklik iyice artmış olmalı ki sedir, göknar  gibi yayla ağaçları kendini göstermeye başladı. Arıtaşı’na vardığımızda sağ tarafta ikiz kuleler gibi göklere yükselen Sulu Delik kayası ile Kuzgun Kayası muhafız askerler gibi bütün heybetleriyle Yeşilgözü selamlıyorlardı. Yaylamıza kavuşmak için son dönemece varmıştık. Arıtaşından sonra beş dakika daha ilerleyince çadırımızdan (yurdumuzdan) sesler gelmeye başladı. (Bizim köyde konulup göçülürken çadır kurulan yerlere yurt denir. Bu durum yer isimlerine de yansımış olup köyümüzde Baş Yurt, Faralı Yurt gibi yayla isimleri bulunmaktadır.) Nihayet uzun bir yolculuktan sonra yatsı ezanından önce yurdumuza kavuştuk. Ben hızlıca attan indim. Attan iner inmez iki aydır hasret kaldığım anamın yanına gidip ellerinden doya doya öptüm. Anamın gözyaşları benim gözyaşıma karıştı. Dakikalarca sevinç gözyaşları döktük. Kardeşlerim Adem ve Rıdvan’la defalarca kucaklaşarak hasret giderdik. Kardeşlerime  Tekir’den aldığım şekerleri ikram ettim. Akşam yemeğimizi yedik, çayımızı içtik ve ben çok yorgun olduğumdan oturduğum yerde uyumuşum.

Sabahleyin  gün doğmadan evvel uyandım. Cıvıl cıvıl kuş seslerinin eşliğinde çevreyi dolaştım. Derin esiklerin içine dolan kar kütleleri halen erimemiş, pınarlardan akan suları oluklar almıyordu. Kar altından yeni yeni çıkan sümbüllerin, çiğdemlerin, papatyaların, menekşelerin kokusu metrelerce öteden duyuluyordu. Sabah kahvaltısı için bizim çadıra elli adım mesafede bulunan amcamın çadırına gittim. Amcamın hanımı Arzu yengemin elini öptüm, amcamın çocuklarıyla kucaklaştık, sarıldık, birlikte kahvaltı yaptık.  Misafir olduğum için o gün bana hiçbir iş yaptırmadılar. Amcamın oğlu İsmail oğlak gütmeye, babam davar gütmeye gitmişti. Kuşluk vakti oğlaklar davarlar geldi; sütler sağıldı, yayıklar yayıldı; sabah seansında yapılacak işler tamamlandı. Kardeşlerim ve amcamın çocuklarıyla çelik çomak, çor gibi oyunları doyasıya oynayarak hoşça vakit geçirdik. Mutlulukta zirveye ulaştığım ilk gün birden akşam oluvermişti. Akşam erkenden uyudum. Çünkü sabahleyin davar gütmeye gidecektim.

Sabah erkenden uyandım. Davarı Keş Dağı istikametine hareket ettirdim. Sürümüzde üç yüzden fazla keçi vardı. Keçilerin boğazındaki takırdak, tıkırdak, tokurdakzil gibi çeşitli ebatlarda ve her biri ayrı ayrı sesler çıkaran çanlar tan vaktinin sessizliğine ayrı bir hava katıyordu. Ben sürünün peşi sıra gidiyorum. Davalarımız çakşır, kenger, üçgül, çiriş, beze gibi adını sayamadığım binlerce otsu bitkinin en tazelerini yiyerek menziline doğru ilerliyordu. Kar suyu akan derelerden, keklik öten tepelerden, sümbül kokan koyaklardan geçerek Aşağı Keş Dağının düzlüğüne ulaştık. Keçilerimiz ipi kopmuş bir tesbihin taneleri gibi Keş Dağının yöreblerine dağılarak yayılmaya başladı. Ben de yüksek tepelerde kaval çalan çobanların müziğini dinledim. Kara Yakup Pınarının ardıç oluğundan buz gibi akan sulardan üç avuç  içtim. Güneş vurup kayaların gölgesi kısalmaya başlayınca davarları geldiğimiz yöne çevirip yurdumuza doğru ilerlemeye başladım. Gelip geçtiğimiz dağlarda, tepelerde, derelerde gördüğümüz çiçeklerin, ağaçların, kuşların, hayvanların birçoğunun isimlerini dahi bilmiyordum. Örneğin ardıç ağacının kara ardıç, boz ardıç, yapışık ardıç, diken ardıcı gibi onlarca çeşidi bulunmaktaydı. Bana göre Keş Dağı Yaylası bitki çeşidi bakımından ülkemizin en zengin bölgelerinden biridir. Davarları karnı iyice doydu kuşluk vakti yurdumuza ulaştık. Keçilerin sütü sağıldı. Oğlaklar emzirildi. Davarlar çadırımızın arka tarafındaki yalçın kayaların gölgelerine yatarak dinlenmeye çekildi. Bende yemeğimi yedim. Çadırımızın yanındaki meşe ağacının başındaki köşkte uyudum. Uyandığım zaman yayla havasının serinliğiyle vücudum dinlenmiş çelik gibi olmuştum.

Öğleden sonra güneşin etkisi biraz azalıp kayaların gölgesi iki katına çıkınca davarı bu defa  Yoncalı tarafına yürüttüm. Sürümüz Oynaklı, Derin Çukur, Çatal İnlik, Ali Babanın Başı ve Sakız Taşından geçip Hamit İşliği tarafına doğru ilerliyordu. İlerlerken de hem şimşir, meşe, ardıç, sedir, köknar, diken gibi orman ağaçlarının engin dallarından yiyorlar hem de ormanların arasındaki yeşil otlardan da iştahla yayılıyorlardı. Bulunduğumuz bölge oldukça ıssız ve yüzey şekilleri bakımından tehlikeliydi. Buralarda ayı kurt gibi vahşi hayvanların yaşadığını önceden biliyordum. Bu vahşi hayvanların benden korkup kaçması için hey, hey,hey! diye sesler çıkartıyordum. Yürürken çukur yerler yerine tepelerden geçmeye gayret ediyordum. Silah taşıyacak yaşta olmadığım için elimde nacak adını verdiğimiz küçük bir balta, cebimde siyah saplı bir bıçak vardı. Balta ve bıçaktan bir nebze olsun cesaret alıyordum. Fırsat buldukça da akşam anama götürmek için mezdeği sakızı ve dağ çayı topluyordum.

Davarımız Hamit İşliğine varmadan Ali Babanın Başı dediğimiz yerde me, me, me, diye bir kuzu sesi duydum. Duyduğum sesten birden bire irkildim. İlk önce sesin gaipten geldiğini düşündüm. Olduğumuz yerin sarp kayalıklarla çevrili ve arazi yapısının engebeli olması nedeniyle buraya kuzu koyun gibi hayvanların gelme ihtimali yoktu. Sesi defalarca dinledim, ses gerçek bir kuzu sesiydi. Fakat kuzunun nerede olduğunu da görünmüyordu. Bu arada aklıma Tatar Emminin odasında duyduğum insanlara oğlak sıfatında görünen cinin hikâyesi geldi. Korkumdan elim ayağım titremeye başladı, ne yapacağımı şaşırdım. Fatiha, İhlas ve bildiğim diğer surelerini okudum. Kuzunun sesi yine kesilmiyordu. Başka çarem kalmamıştı. Cesaretimi iyice topladım. Duyduğum ses cin sesiyle bile sesin geldiği yöne gitmeye, vaziyetin ne olduğunu görmeye karar verdim. Karşıma cin çıkacak olsa baltayla vurup öldürecektim. Bulunduğum yerden baltanın sapını iki elimle tutup sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladım. Bir de ne göreyim küçücük bir kuzu, tarhana kazanı büyüklüğünde bir metre derinliğinde taştan bir kuyunun içine düşmüş dışarı çıkamıyor, benim sesimi duyduğu için beni buradan kurtar dercesin meliyordu.  Açlıktan, susuzluktan ölmek üzere olan kuzuyu kucağıma aldım. Bu esnada yüreğimdeki korkunun yerini sevinç almıştı. Yünleri dökülmeye başlamış, ağzı tamamen yara olmuş, kaburgaları birbirine geçmiş vaziyette perişan halde ölmek üzere olan kuzunun canını ne yapıp yapıp kurtarmalıydım. Davarı oradan derhal geri çevirdim. Kuzuyu kucağıma aldım iki kilometre ilerideki Oynaklı Pınarına koşarak götürdüm. Küçücük kuzu pınarın teknesinden o kadar çok su içti ki, o küçücük hayvanın içtiği suyun miktarına kim olsa şaşar kalırdı.. Kuzu suyu içince gözü birazcık açıldı. Hayvancağız belki de bir haftadan fazla susuz kalmıştı kim bilir. İnsanın bile yürümekte zorlandığı Ali Babanın Başı dediğimiz bölgeye bu kuzunun tek başına gelmesini hafızam kabul etmekte zorlanıyordu. Bu haleti ruhiye içinde akşam namazı vakti yurdumuza dönmüş oldum. O serin yayla havasına rağmen sırtımdan soğuk terler akıyordu.

Kucağımda kuzuyla çadırlara varınca herkesi bir merak sardı. Bizim komşu obalarda koyun sürüsü yoktu. Ben o kuzuyu nereden getirmiş olabilirdim. Bu ara babam köyden yaylaya yenice gelmişti. Yaşadığım kuzu hadisesini babama bütün ayrıntılarıyla anlattım. Babam da bana “oğlum korkacak bir şey yok. Bu kuzu muhtemelen yaylaya göçmeyen köyde oturan koyunculardan birinindir Muhtemelen bu kuzu Gâvurun Harman Yeri tarafında sürüyü kaybetmiş, Ali Babanın Başına gelince de ileri gidememiş azmış hayvancagız. İyi ki ayıya kurda denk gelmemiş, hayırlı bir mal imiş de sana denk gelmiş” dedi. Annem de kuzunun ağzındaki yaraları tuzlu çökelek suyu ile temizledi. Kuzuya bizim davarların hastalıklarında kullandığımız çeşitli ilaçlar verdi. Kardeşim Adem de topladığı yeşil otları kuzuya vererek kuzunun karnını doyurdu ve kuzuyu oğlak ağılının içine bıraktı.  Kuzu sabahleyin bizim oğlaklarla birlikte otlamaya gitmiş. Annem kuzuya ilaç vermeye devam etti. Küçük kuzu üç dört gün içerisinde toparlandı, iyice canı üstüne geldi. Bu arada babam günlük veya iki günde bir Döngel’e gidip geliyordu. Köye giderken  Muratlar- Kocalar obasında koyunculuk yapan ailelere bulduğum kuzuyu haber vermiş.( Muratlar- Kocalar obası Tekir köyü ile bitişik nizamda olmasına rağmen bizim köye yani Döngel’e bağlıydı. Çünkü buradaki insanlar oturdukları yere Döngel’den göç etmişler, bu nedenle koyunları kuzuları Döngel Köyünün yaylalarında otlardı. Muratlar-Kocalar obasındaki bazı insanlar Tekirde bakkallık, kasaplık ve fırıncılık gibi alanlarda esnaflık yaparlardı. Ben de Tekir Ortaokulunda okuduğum için esnaflık yapan köylülerimizi yakından tanırdım. Muratlar-Kocalar obasından Tekirde kasaplık yapan Güllü Ağa (Mehmet Çaka) isimli beyaz sakallı güler yüzlü bir amca vardı. Güllü Ağanın sürekli bir sürü kuzusu olurdu. Güllü amca kasap dükkânında sürekli kuzu eti satardı. Tekirin kuzu eti yurt genelinde meşhurdur.) Babamın verdiği haber üzerine benim bulduğum kuzunun Güllü Ağanın on beş gün önce bir kuzusu kayıp olduğundan, Güllü Ağanın kayıp kuzusu olduğu tahmin ediliyor.

Bir gün babam Döngel’den yaylaya giderken Tekir’de alış-veriş yapmak için duruyor. Güllü amca da babama bulduğumuz kuzuyu soruyor. Babam da kuzunun özelliklerini Güllü amcaya anlatıyor. Güllü amca babama kuzunun kendinin olduğunu söylüyor.  Ayrıca Güllü amca babama Allah sizden razı olsun. Kuzu haramı zade bir insanın eline geçse, ya satardı, ya da keser yerdi. İyi ki sizin gibi haramı helalı bilen bir insanın eline geçmiş diyerek dua ediyor. Benim ayakkabı numaramı soruyor, ben yarın kuzuyu almak için sizin yaylaya bir adam gönderirim diyor, babam da tamam Güllü ede diyor ve ayrılıyorlar. Babam da alış-verişi tamamladıktan sonra yoluna devam ederek yaylaya gidiyor. Babam akşam yaylaya gelince bize kuzunun Güllü Ağanın olduğunu ve sabahleyin birinin gelip götüreceğini söyledi.

Ben sabahleyin gün ışımadan davar gütmeye gitmiştim. Güllü Ağanın oğlu Mehmet bizim yaylaya çıkmış, gelirken de bana hediye olarak 37 numara içi astarlı bir Ermenek ayakkabı getirmiş, bulduğum küçük kuzuyu almış götürmüş. Ailecek küçük kuzuya alıştığımız için, gidişine günlerce üzüldük. Ben Güllü amcanın hediye olarak gönderdiği Ermenek ayakkabıyı bir sezon gururla giydim. O günden sonra ne zaman küçük bir kuzu görsem, bu olayla birlikte içi astarlı Ermenek ayakkabıyı hatırlarım, yüreğim burkulur gözlerimden yaş gelir.



2 yorum:

  1. Gardaşım hikayeyi tam da K Maraş dili ile anlatmışsın. O da ayrı bir güzellik katmış.

    YanıtlaSil
  2. Tarihe ışık tuttuğunuz bu anlamlı hikâyeler vesilesiyle bizde geçmiş dönemler hakkında fikir sahibi olma fırsatı buluyoruz.Bu münasebetle
    teşekkür ediyor bu tarz hikayelerin devamını rica ediyorum.

    YanıtlaSil