Anı Hikâye
Çocukluk yıllarım doğduğum köy Döngel’de geçti. Döngel; göklere yükselen karlı dağları, buram buram sümbül kokan yaylaları, balta girmemiş ormanları, buz gibi akan pınarları, milattan on altı bin yıl öncesine ışık tutan tarihi kalıntıları ve burada zikredemediğim birçok farklı güzelliğiyle dünyanın saklı cennetlerinden bir köşedir. O yıllarda köyümüzün halkı hayvancılık, ormancılık ve kısmen de çiftçilikle geçinirdi. Benim ailemin de geçim kaynağı hayvancılıktı.
Ben ise eğitim öğretim
döneminde okula gider, yaz tatilinde ise oğlak veya davar güderek yani çobanlık
yaparak aile bütçemize katkı sağlardım. Köyümüzün ilkokul binası yetersizdi. Bu
nedenle okula öğleye kadar veya öğleden sonra giderdik. Okuldan geldikten sonra
çantayı bir köşeye atar, önlüğü bir yere fırlatır, yemek bile yemeden cebimize
biraz kuru üzüm veya biraz tahrana koyar hızlıca sokağa koşardık. Sokakta
arkadaşlarımızla toplanır mevsimin, iklimin şartlarına göre oyunlar oynardık.
Oyun oynadığımızı öğretmenlerin görmemesi için genelde ıssız sokakları, kuytu
yerleri seçerdik. Hava yağmurlu ise bir evin sofasının altında gülle oynar,
hava güneşli ise Kızılburun Tepesinden aşağıya doğru kağnıya binerdik. Kar
yağdığı günlerde ise bazen kızağa biner, bazen de köyün yakınlarında teksaçma
tüfeklerle avcılık eğitimi yapardık. Çelik çomak, beş taş, yakan topu,
birdirbir, mendil saklambaç günlük olarak oynadığımız rutin oyunlardı. O günler
çok güzeldi, her günümüz bayram günü gibi geçerdi.
Köyümüzün akşamları anlatmak
için kelimeler kifayetsiz kalır. Yaşamak gerekir desem, artık yaşama şansımızda
kalmadı. O zamanlar köyümüzde elektrik, telefon, şebeke suyu gibi hiçbir alt
yapı tesisi yoktu. Evlerin ihtiyacı olan su köyün meydan çeşmesinden getirilir,
çok acil durumlarda telefon görüşmesi 6 km ilerideki Tekir Jandarma
Karakolundan yapılır, aydınlatma işi evlerde bulunan idare veya gaz
lambalarıyla sağlanırdı. Lambaya konacak gaz bulunmadığı günlerde çam çırasının
ışığında otururduk. Köyümüzde mahallenin adına oba denirdi. Her obanın bir
aksakallısı, her aksakallının da bir misafir odası bulunurdu. Misafir odaları
yetmiş sekseksen metre kare bu günkü küçük konferans salonu büyüklüğünde
yerlerdi. Bir misafir odasında aynı anda seksen doksan kişi ağırlanabilirdi.
Bizim obanın aksakallısı dedemin abisi Tatar Kocaydı. Ben ona Tatar Koca yerine
dedemin kardeşi olması münasebetiyle sürekli olarak Tatar Emmi derdim.
Hemen hemen her akşam, akşam
yemeğinden sonra Tatar Emminin odasına koşardım. Koşardım derken annem, babam
ve kardeşlerim topluca giderdik. Tatar Emmi misafir odasının arka tarafında
üzeri yün döşek serili bir sedirin üzerinde sırtını halı yastıklara dayayarak
otururdu. Odaya gelen misafirler gider önce Tatar Emminin elini öper, sonrada
Tatar Emminin gösterdiği yere otururlardı. Misafir odasının içinde kadınları,
erkeklerin çocukların oturacağı yer gizli bir kurala göre önceden belliydi.
Örneğin ben çocuk olduğum için sürekli giriş kapısının arkasında otururdum.
Tatar Emmiyi ayağındaki kalınca kahverengi kumaştan yapılmış şalvarı, yakasız
beyaz gömleği, gömleğin üzerindeki siyah cepkeni cepkenin cebinde madalya gibi
duran köstekli saati ve başındaki kocaman sarığıyla gördükçe sosyal bilgiler
kitabında resimlerini gördüğüm Osmanlı padişahlarının vezirlerine benzetirdim.
Akrabam olduğu içinde onunla daima gizli gizli gurur duyardım. Tatar Emminin
odası akşam namazından yarım saat sonra ağzına kadar dolardı. Geç kalanlar çoğu
zaman oturacak yer bulamazdı. Tatar Emmi bazen Battal Gazi’den, Hz Ali’den cenkler anlatır, bazen
Karacaoğlandan, Dadaloğlundan türküler söyler, kimi zamanda kendinin
pehlivanlık, avcılık, seyahat anılarını anlatırdı. Tatar Emmi konuşurken
kimsenin ağzından çıt çıkmadığı gibi anlattığı olaylardan etkilenip hıçkırarak
ağlayanlar olurdu. Tatar Emmi Battal Gazi’nin cengini anlatırken ben Tatar
Emminin Malatya’nın fethinde Battal Gazi’yle birlikte savaştığına inanmıştım.
Tabi ki Tatar Emminin odasında her gün sadece kendisi konuşmaz, başka
konuşanlar da olurdu. Bu konuşan kişiler genellikle cin, şeytan, peri gibi
konularda mahalli masalları anlatılırdı. Arada bir sıra türküsü söylendiği de
olurdu. O günkü misafir odaları bu günkü kültür mekezlerinin gördüğü işi
fazlasıyla yerine getirirlerdi.
Bir gün Tanır köyünden gelen
yabancı bir adam dedemin babası Tatar Osman’ın gece Döngel Mağaralarından
geçerken bir oğlak gördüğünü, oğlağı kucağına alıp severken oğlağın ağzına
öykündüğünü, baktığında oğlağın burnunun olmadığını, oğlağın cin olduğunu
anlayıp bismillahirrahmanirrahim diyerek taşa çaldığını, oğlağın bir anda
ortalıktan kaybolduğunu anlatmıştı. Ben bu olaydan çok korkmuştum. O gece
ninemin yanında yatmıştım. Tatar Emminin evinde gelen misafirlere günlük çay,
kömbe, tarhana, kuru üzüm gibi yiyecekler ikram edilir, saat on gibi, çağla
herkes evine dağıla denir, bir gün sonra toplanmak üzere evlere gidilirdi.
Tatar Emminin aile efradı gelinleri, kızları, torunları günlük olarak ağırlanan
bu misafirler için öf bile demezlerdi. Misafire hizmet etmekten zevk alırlardı.
O günler bereketli günlerdi. O günler hürmetli günlerdi…
Bizim davarlarımız kışın
Yeşilgöz yakınlarında kışla adını verdiğimiz barınakta kalırdı. Haziran ayı
geldiği zaman da ailemize ait Mağaralı Yaylasına göçerdik. Ortaokul birinci
sınıfta okuduğum sene bizimkiler Haziran ayını beklemeden nedense mayıs ayının
ortasında erkenden yaylaya göçtü. Ben köyde dedemin yanında kaldım. Ortaokul
Tekirde olduğu için her gün arkadaşlarımla Tekire yaya olarak gidip geliyordum.
Haziranın ortasında okul bitti, karneleri aldık. Ben zaten yaylaya gitmeyi
anneme kardeşlerime kavuşmayı iple çekiyordum. Derslerimde fena sayılmazdı.
İngilizceden bütünlemeye kalmıştım. Babamın bu durumu hoş görüyle karşılayacağını
tahmin ediyordum. Neticede öylede oldu.
Cumartesi günü babam beni yaylaya götürmeye geldi. Ben sevinçten göklere
uçuyordum. Anneme kavuşacaktım, kardeşlerime kavuşacaktım, sümbüle, menekşeye,
güle kavuşacaktım…
Babam ile birlikte yolculuk
hazırlıklarını yaptık, ikindi namazından az sonra atlara binerek yola koyulduk.
Döngel’i Tekir’e bağlayan en kısa patika olması münasebetiyle rotayı Koyun
Yolundan çizdik. Köyün çıkışından itibaren yolun etrafı minare yüksekliğindeki
çam ağaçlarıyla doluydu. Çam ağaçlarının arasındaki tesbiler çiçek açmış, açan
çiçeklerin mis gibi kokusu bizi mest ediyordu. Babamla hem ata binme teknikleri
üzerine sohbet ediyorduk, hem de babam bindiğim atın yularını sağlam tutmam
hususunda beni ikaz ediyordu. Ayrıca okulda, köyde, yaylada ve her yerde
büyüklere karşılı saygılı olmam hususunda bana nasihatte bulunuyordu. Çam
ormanlarının arasındaki gittikçe yükselen kıvrım kıvrım yollardan geçerek
Dikili Taş’a, oradan da Karga Sekmez tepesine kavuştuk. Karga Sekmez tepesinden
kuzeye baktığımda Tekir Köyü bütün ihtişamıyla bir kartpostal gibi görünüyordu.
Babam at üzerinde binili olmasının avantacıyla yolun sağında, solunda
gördüğümüz veya karşıdan gelen insanları savaş kazanmış bir komutan edasıyla
selamlıyordu. Tepeden aşağıya doğru döndüğümüzde atlarımız iyice hızlandı.
Arkıtça çayını sığ bir yerinden geçip, Tekir Karakolunun önünde asfalt yola
kavuştuk. Tekirdeki lokantaların anons sesleri anlaşılır şekilde duyulmaya
başladı. Bir iki dakika sonra bizde Tekirin çarşısı konumundaki lokantalar
bölgesine vardık. Atlarımızı bir çınar ağacına bağlayıp Murat Remzi’nin
Bakkalından alış veriş yapmaya başladık. Babam evin çay, seker, helva, tuz gibi
ihtiyaçlarını aldı. Ben de babama fark ettirmeden cebimdeki en son harçlığımla
kardeşlerime hediye olarak bir kilo pijamalı şeker aldım. Aldığımız yiyecekleri
atların terkisinde bulunan heybelere doldurup atları bağladığımız yerden
çözerek yolumuza revan olduk.
Tekirin çıkışında Yusuf
Mehmet’in lokantasının yanından sağ tarafa dönüp Tekir Çayını Muratlar
Köprüsünden geçerek Tekir’i Yeşilgöz’e bağlayan stablize yola doğru hızla
ilerlemeye başladık. Benim binili olduğum amcamın atı dizginini bıraksam
dörtnala kalkacak belki de beni üzerinden gökyüzüne fırlatacak gibi hızlı
hareket ediyordu. Gittiğimiz yolun sağ tarafı ardıç ormanlarıyla kaplı Kurubel
Dağı, sol tarafı Tekir Suyuydu. Tekir Çayında zıplayan kırmızı benekli
alabalıklar, acayip acayip ses çıkaran kurbağalar, sol tarafta ardıçların içinden uçuşan
serçeler, rengâ renk ardıç kuşları, tarlaların kenarındaki kavakların başına
yuva yapmış kargalar ilk etapta gözümüze çarpan güzelliklerdi. Kara Ağaç
mevkiine vardığımızda ekin tarlalarının alt kısımlarındaki çayırlıklardan
tırpanla ot biçen çiftçiler, bor kalmış tarlalarda inek otlatan küçük çocuklar,
karşı tarafta fasulye çapalayan kadın işçiler sanki cansız topraklara can
veriyorlardı. Saman Taşına ulaşınca vurduk atlarımızı sağ taraftaki hırçın
dağlara. Atlarımız ardıç ormanlarının içindeki rampalı virajlı patika yollarda
ilerlerken rakım yükseliyor, rakım yükseldikçe ardıç ağaçlarının yerini meşe,
şimşir, diken ağaçları alıyordu. Yolun taşlı olması atların yürümesini oldukça
zorlaştırıyor, nallardan çıngı çıkıyordu. Ormanların içinden aniden çıkan bir
sincap veya tilki yavrusu atlarımızın ürkmesine neden oluyordu. Özellikle benim
kilomun hafif olmasından dolayı düşme tehlikesi geçiriyordum. Bu arada atlar
acıkmış olmalı ki yolların kenarındaki dağ yoncası, üçgül gibi güzel otlara
saldırıyorlardı. Biz böyle meşakkatli bir yolculuktan sonra akşam ezanı vakti
Sakız Boynuna intikal etmiş olduk.
Sakız Boynunda Çavuş Hüseyin’in
çadırı vardı. Çavuş Hüseyin’in hanımı merhum Zekiye teyze yolumuzu kesti. Bizi
akşam yemeğine davet etti. Babam geç kaldığımızı beyan ederek yemek davetini
kabul etmedi. Bunun üzerine Zekiye teyze bize birer tas ayran ikram etti. Buz
gibi keçi yoğurdundan yapılmış ayranımızı içtikten sonra yolumuza devam ettik.
Yükseklik iyice artmış olmalı ki sedir, göknar
gibi yayla ağaçları kendini göstermeye başladı. Arıtaşı’na vardığımızda
sağ tarafta ikiz kuleler gibi göklere yükselen Sulu Delik kayası ile Kuzgun
Kayası muhafız askerler gibi bütün heybetleriyle Yeşilgözü selamlıyorlardı.
Yaylamıza kavuşmak için son dönemece varmıştık. Arıtaşından sonra beş dakika
daha ilerleyince çadırımızdan (yurdumuzdan) sesler gelmeye başladı. (Bizim
köyde konulup göçülürken çadır kurulan yerlere yurt denir. Bu durum yer
isimlerine de yansımış olup köyümüzde Baş Yurt, Faralı Yurt gibi yayla isimleri
bulunmaktadır.) Nihayet uzun bir yolculuktan sonra yatsı ezanından önce
yurdumuza kavuştuk. Ben hızlıca attan indim. Attan iner inmez iki aydır hasret
kaldığım anamın yanına gidip ellerinden doya doya öptüm. Anamın gözyaşları
benim gözyaşıma karıştı. Dakikalarca sevinç gözyaşları döktük. Kardeşlerim Adem
ve Rıdvan’la defalarca kucaklaşarak hasret giderdik. Kardeşlerime Tekir’den aldığım şekerleri ikram ettim.
Akşam yemeğimizi yedik, çayımızı içtik ve ben çok yorgun olduğumdan oturduğum
yerde uyumuşum.
Sabahleyin gün doğmadan evvel uyandım. Cıvıl cıvıl kuş
seslerinin eşliğinde çevreyi dolaştım. Derin esiklerin içine dolan kar
kütleleri halen erimemiş, pınarlardan akan suları oluklar almıyordu. Kar
altından yeni yeni çıkan sümbüllerin, çiğdemlerin, papatyaların, menekşelerin
kokusu metrelerce öteden duyuluyordu. Sabah kahvaltısı için bizim çadıra elli
adım mesafede bulunan amcamın çadırına gittim. Amcamın hanımı Arzu yengemin
elini öptüm, amcamın çocuklarıyla kucaklaştık, sarıldık, birlikte kahvaltı
yaptık. Misafir olduğum için o gün bana
hiçbir iş yaptırmadılar. Amcamın oğlu İsmail oğlak gütmeye, babam davar gütmeye
gitmişti. Kuşluk vakti oğlaklar davarlar geldi; sütler sağıldı, yayıklar
yayıldı; sabah seansında yapılacak işler tamamlandı. Kardeşlerim ve amcamın
çocuklarıyla çelik çomak, çor gibi oyunları doyasıya oynayarak hoşça vakit
geçirdik. Mutlulukta zirveye ulaştığım ilk gün birden akşam oluvermişti. Akşam
erkenden uyudum. Çünkü sabahleyin davar gütmeye gidecektim.
Sabah erkenden uyandım. Davarı
Keş Dağı istikametine hareket ettirdim. Sürümüzde üç yüzden fazla keçi vardı.
Keçilerin boğazındaki takırdak, tıkırdak, tokurdakzil gibi çeşitli ebatlarda ve
her biri ayrı ayrı sesler çıkaran çanlar tan vaktinin sessizliğine ayrı bir
hava katıyordu. Ben sürünün peşi sıra gidiyorum. Davalarımız çakşır, kenger,
üçgül, çiriş, beze gibi adını sayamadığım binlerce otsu bitkinin en tazelerini yiyerek
menziline doğru ilerliyordu. Kar suyu akan derelerden, keklik öten tepelerden,
sümbül kokan koyaklardan geçerek Aşağı Keş Dağının düzlüğüne ulaştık.
Keçilerimiz ipi kopmuş bir tesbihin taneleri gibi Keş Dağının yöreblerine
dağılarak yayılmaya başladı. Ben de yüksek tepelerde kaval çalan çobanların
müziğini dinledim. Kara Yakup Pınarının ardıç oluğundan buz gibi akan sulardan
üç avuç içtim. Güneş vurup kayaların
gölgesi kısalmaya başlayınca davarları geldiğimiz yöne çevirip yurdumuza doğru
ilerlemeye başladım. Gelip geçtiğimiz dağlarda, tepelerde, derelerde gördüğümüz
çiçeklerin, ağaçların, kuşların, hayvanların birçoğunun isimlerini dahi
bilmiyordum. Örneğin ardıç ağacının kara ardıç, boz ardıç, yapışık ardıç, diken
ardıcı gibi onlarca çeşidi bulunmaktaydı. Bana göre Keş Dağı Yaylası bitki
çeşidi bakımından ülkemizin en zengin bölgelerinden biridir. Davarları karnı
iyice doydu kuşluk vakti yurdumuza ulaştık. Keçilerin sütü sağıldı. Oğlaklar emzirildi.
Davarlar çadırımızın arka tarafındaki yalçın kayaların gölgelerine yatarak
dinlenmeye çekildi. Bende yemeğimi yedim. Çadırımızın yanındaki meşe ağacının
başındaki köşkte uyudum. Uyandığım zaman yayla havasının serinliğiyle vücudum
dinlenmiş çelik gibi olmuştum.
Öğleden sonra güneşin etkisi
biraz azalıp kayaların gölgesi iki katına çıkınca davarı bu defa Yoncalı tarafına yürüttüm. Sürümüz Oynaklı,
Derin Çukur, Çatal İnlik, Ali Babanın Başı ve Sakız Taşından geçip Hamit İşliği
tarafına doğru ilerliyordu. İlerlerken de hem şimşir, meşe, ardıç, sedir,
köknar, diken gibi orman ağaçlarının engin dallarından yiyorlar hem de
ormanların arasındaki yeşil otlardan da iştahla yayılıyorlardı. Bulunduğumuz
bölge oldukça ıssız ve yüzey şekilleri bakımından tehlikeliydi. Buralarda ayı
kurt gibi vahşi hayvanların yaşadığını önceden biliyordum. Bu vahşi hayvanların
benden korkup kaçması için hey, hey,hey! diye sesler çıkartıyordum. Yürürken
çukur yerler yerine tepelerden geçmeye gayret ediyordum. Silah taşıyacak yaşta
olmadığım için elimde nacak adını verdiğimiz küçük bir balta, cebimde siyah
saplı bir bıçak vardı. Balta ve bıçaktan bir nebze olsun cesaret alıyordum.
Fırsat buldukça da akşam anama götürmek için mezdeği sakızı ve dağ çayı
topluyordum.
Davarımız Hamit İşliğine
varmadan Ali Babanın Başı dediğimiz yerde me, me, me, diye bir kuzu sesi
duydum. Duyduğum sesten birden bire irkildim. İlk önce sesin gaipten geldiğini
düşündüm. Olduğumuz yerin sarp kayalıklarla çevrili ve arazi yapısının engebeli
olması nedeniyle buraya kuzu koyun gibi hayvanların gelme ihtimali yoktu. Sesi
defalarca dinledim, ses gerçek bir kuzu sesiydi. Fakat kuzunun nerede olduğunu
da görünmüyordu. Bu arada aklıma Tatar Emminin odasında duyduğum insanlara
oğlak sıfatında görünen cinin hikâyesi geldi. Korkumdan elim ayağım titremeye
başladı, ne yapacağımı şaşırdım. Fatiha, İhlas ve bildiğim diğer surelerini
okudum. Kuzunun sesi yine kesilmiyordu. Başka çarem kalmamıştı. Cesaretimi
iyice topladım. Duyduğum ses cin sesiyle bile sesin geldiği yöne gitmeye,
vaziyetin ne olduğunu görmeye karar verdim. Karşıma cin çıkacak olsa baltayla
vurup öldürecektim. Bulunduğum yerden baltanın sapını iki elimle tutup sesin
geldiği yöne doğru koşmaya başladım. Bir de ne göreyim küçücük bir kuzu,
tarhana kazanı büyüklüğünde bir metre derinliğinde taştan bir kuyunun içine
düşmüş dışarı çıkamıyor, benim sesimi duyduğu için beni buradan kurtar dercesin
meliyordu. Açlıktan, susuzluktan ölmek
üzere olan kuzuyu kucağıma aldım. Bu esnada yüreğimdeki korkunun yerini sevinç almıştı.
Yünleri dökülmeye başlamış, ağzı tamamen yara olmuş, kaburgaları birbirine
geçmiş vaziyette perişan halde ölmek üzere olan kuzunun canını ne yapıp yapıp
kurtarmalıydım. Davarı oradan derhal geri çevirdim. Kuzuyu kucağıma aldım iki
kilometre ilerideki Oynaklı Pınarına koşarak götürdüm. Küçücük kuzu pınarın
teknesinden o kadar çok su içti ki, o küçücük hayvanın içtiği suyun miktarına
kim olsa şaşar kalırdı.. Kuzu suyu içince gözü birazcık açıldı. Hayvancağız
belki de bir haftadan fazla susuz kalmıştı kim bilir. İnsanın bile yürümekte
zorlandığı Ali Babanın Başı dediğimiz bölgeye bu kuzunun tek başına gelmesini hafızam
kabul etmekte zorlanıyordu. Bu haleti ruhiye içinde akşam namazı vakti
yurdumuza dönmüş oldum. O serin yayla havasına rağmen sırtımdan soğuk terler
akıyordu.
Kucağımda kuzuyla çadırlara
varınca herkesi bir merak sardı. Bizim komşu obalarda koyun sürüsü yoktu. Ben o
kuzuyu nereden getirmiş olabilirdim. Bu ara babam köyden yaylaya yenice
gelmişti. Yaşadığım kuzu hadisesini babama bütün ayrıntılarıyla anlattım. Babam
da bana “oğlum korkacak bir şey yok. Bu kuzu muhtemelen yaylaya göçmeyen köyde
oturan koyunculardan birinindir Muhtemelen bu kuzu Gâvurun Harman Yeri
tarafında sürüyü kaybetmiş, Ali Babanın Başına gelince de ileri gidememiş azmış
hayvancagız. İyi ki ayıya kurda denk gelmemiş, hayırlı bir mal imiş de sana denk
gelmiş” dedi. Annem de kuzunun ağzındaki yaraları tuzlu çökelek suyu ile temizledi.
Kuzuya bizim davarların hastalıklarında kullandığımız çeşitli ilaçlar verdi.
Kardeşim Adem de topladığı yeşil otları kuzuya vererek kuzunun karnını doyurdu
ve kuzuyu oğlak ağılının içine bıraktı.
Kuzu sabahleyin bizim oğlaklarla birlikte otlamaya gitmiş. Annem kuzuya
ilaç vermeye devam etti. Küçük kuzu üç dört gün içerisinde toparlandı, iyice
canı üstüne geldi. Bu arada babam günlük veya iki günde bir Döngel’e gidip
geliyordu. Köye giderken Muratlar-
Kocalar obasında koyunculuk yapan ailelere bulduğum kuzuyu haber vermiş.(
Muratlar- Kocalar obası Tekir köyü ile bitişik nizamda olmasına rağmen bizim
köye yani Döngel’e bağlıydı. Çünkü buradaki insanlar oturdukları yere
Döngel’den göç etmişler, bu nedenle koyunları kuzuları Döngel Köyünün
yaylalarında otlardı. Muratlar-Kocalar obasındaki bazı insanlar Tekirde
bakkallık, kasaplık ve fırıncılık gibi alanlarda esnaflık yaparlardı. Ben de
Tekir Ortaokulunda okuduğum için esnaflık yapan köylülerimizi yakından
tanırdım. Muratlar-Kocalar obasından Tekirde kasaplık yapan Güllü Ağa (Mehmet
Çaka) isimli beyaz sakallı güler yüzlü bir amca vardı. Güllü Ağanın sürekli bir
sürü kuzusu olurdu. Güllü amca kasap dükkânında sürekli kuzu eti satardı.
Tekirin kuzu eti yurt genelinde meşhurdur.) Babamın verdiği haber üzerine benim
bulduğum kuzunun Güllü Ağanın on beş gün önce bir kuzusu kayıp olduğundan,
Güllü Ağanın kayıp kuzusu olduğu tahmin ediliyor.
Bir gün babam Döngel’den
yaylaya giderken Tekir’de alış-veriş yapmak için duruyor. Güllü amca da babama
bulduğumuz kuzuyu soruyor. Babam da kuzunun özelliklerini Güllü amcaya
anlatıyor. Güllü amca babama kuzunun kendinin olduğunu söylüyor. Ayrıca Güllü amca babama Allah sizden razı
olsun. Kuzu haramı zade bir insanın eline geçse, ya satardı, ya da keser yerdi.
İyi ki sizin gibi haramı helalı bilen bir insanın eline geçmiş diyerek dua
ediyor. Benim ayakkabı numaramı soruyor, ben yarın kuzuyu almak için sizin
yaylaya bir adam gönderirim diyor, babam da tamam Güllü ede diyor ve
ayrılıyorlar. Babam da alış-verişi tamamladıktan sonra yoluna devam ederek
yaylaya gidiyor. Babam akşam yaylaya gelince bize kuzunun Güllü Ağanın olduğunu
ve sabahleyin birinin gelip götüreceğini söyledi.
Ben sabahleyin gün ışımadan
davar gütmeye gitmiştim. Güllü Ağanın oğlu Mehmet bizim yaylaya çıkmış, gelirken de bana hediye olarak 37 numara içi astarlı
bir Ermenek ayakkabı getirmiş, bulduğum küçük kuzuyu almış götürmüş. Ailecek
küçük kuzuya alıştığımız için, gidişine günlerce üzüldük. Ben Güllü amcanın
hediye olarak gönderdiği Ermenek ayakkabıyı bir sezon gururla giydim. O günden
sonra ne zaman küçük bir kuzu görsem, bu olayla birlikte içi astarlı Ermenek
ayakkabıyı hatırlarım, yüreğim burkulur gözlerimden yaş gelir.
Gardaşım hikayeyi tam da K Maraş dili ile anlatmışsın. O da ayrı bir güzellik katmış.
YanıtlaSilTarihe ışık tuttuğunuz bu anlamlı hikâyeler vesilesiyle bizde geçmiş dönemler hakkında fikir sahibi olma fırsatı buluyoruz.Bu münasebetle
YanıtlaSilteşekkür ediyor bu tarz hikayelerin devamını rica ediyorum.