İmtihan dönemecinde yaşanan ahir
Bütün yollar kapanmış tek çıkış Allah bir
İblisin gözü üzerimdeymiş kimin umrunda
Gönlümün arzusu yalnız cemali aşkta
Ecdadım Âdem olmadı hain
Gözyaşında nurlandı varlığında yarin
Ruhuma yakışmaz nankörlük etmek
İmtihan bu, yardan gelen her şeye amenna demek
Yok olduğumu hiçlik deryasında kavradım.
Şeytanın nefsimde var olma isteğini anladım
Allah’ım bu aciz kulu affeyle
Mülkünde edep ile başım eğildi öne.
BİZE YAZILANLAR...
İMTİHAN / Muhammet NACAROĞLU
Sevmek Çiçekleri / Mustafa Alper Taş
bir rüzgâr esiyor
aylardan haziran
bir bakmışım
ellerin sıcak mı sıcak
en güzel kuruyan
gününde karanfilin
bir hamle geceye
ama yorgunuz
çeşmeler kadar
hepimiz hazirandayız
çaylar daha sıcak
sesinin billur afişi
yüreklerimizde
bir rüzgâr estiriyor
sevinçle uzanılan
kapılarda güzelliğin
yağmurlu bir havuz gibi
çağırıyor uyanmaya
ben de öyle
bilmezden geliyorum
senin ikindilerini
Hidayet Bağcı'nın TAŞLARA DOKUNAN SESLER Kitabı / Hasan KEKLİKCİ
Yoldaki Kalemler internet sitesinde yazıları yayınlanan ve şahsen tanıdığım Hidayet Bağcı kardeşimiz, ilk kitabı olan “Taşlara Dokunan Sesler” adlı eserini imzalayıp göndermiş. Nazik düşüncesi için teşekkür ediyorum.
Her ne kadar yazılarının birçoğunu Yoldaki Kalemler İnternet sitesinde, ekrandan okumuş olsak da tüm yazıları baştan sona bir kitapta, kâğıttan okumak apayrı bir duygu. Teknoloji okura; kitabın kokusunu verecek, sayfa çevirmenin zevkini tattıracak bir icat bulamadı hâlâ.
İlâhiyât Yayınlarından çıkan kitap; iki bölüm, on sekiz hikâye olmak üzere toplam seksen yedi sayfadan oluşmaktadır. Edebiyatın başkenti Kahramanmaraş’tan çok güzel eserler çıkıyor son yıllarda. Bunlardan; Hasan Ejderha’nın Sokakbaşı romanı, Ali Avgın’ın Han Duvarları/Kalbe Düşen Kor romanları, Mehmet Gözükara’nın Seyyah Yazar/Gezeken Gördüklerim ve Alın Çıkını, Abdulhakim Eren’in Kendi Penceremden/Beş Ünlü Ozan; Hüseyin Burak Us’un şiir kitabı Kim Geldi Penceresi ilk aklıma gelenler. Tabi ki bunların dışında çok güzel kitaplar da okuyucuyla buluştu şehrimizde.
Kapağı açıldığı andan itibaren araya ayraç konmadan, geri kapatılmadan zevkle okunup bitirilecek güzel bir eser meydana getirmiş Hidayet Bağcı.
Taşlara Dokunan Sesler’i okurken; Ali Ayçil’in Yenilgiden Dönerken, Şükrü Erbaş’ın İnsanın Acısını İnsan Alır, Filibeli Ahmet Hilmi’nin A’mâk-ı Hayâl, Ferîdüddîn Attâr’ın Mantıku’t Tayr’ı gibi kitaplar gelip geçiyor insanın aklından. Nurullah Genç çıkıyor bir anda karşınıza: “Çatlıyor da mezarım dışa vuruyor beni, /Terâzi, rüveydaya divân kuruyor beni…” diyor. Ve “Fezayı bağlayarak yorgun kanatlarına/bir güvercin uçurup kıtalar arasından…” diye en baştan başlamak istiyorsunuz o an. Bir bakıyorsunuz elinizde doksan dokuzluk bir tespih, bir bakıyorsunuz parmağınızda firuze taşlı altın bir yüzükle şükür tespihi çekiyorsunuz otuzüçlük.
Tabi ki kitabı baştan sona anlatmak olmaz ama öyle güzel cümleler var ki buraya aktarmadan geçmek haksızlık olur. Sonra; biz bu müstesna cümleleri yazalım ki siz kitaptan okuyunca, daha önce tanışıp sevdiğiniz bir dost bulmuş gibi mutlu olasınız. “Biraz olsun uyumak dinlendirirdi, zihnindeki başı ağrıyan cümlelerini.” diyor Hidayet Bağcı ve bir anda kendinize geliyorsunuz. Başınızı neyin ağrıttığını aslında başınızda ağrıtacak bir şeyin olmadığını, ağrıya sebep olanın “başı ağrıyan cümleler” olduğunu anlıyorsunuz. “Ben de otobüse binerken kalbimin bir cebine evimi diğer cebine ise zamanı aldım. Tek kişilik mi kart geçirmeliyim yoksa üç kişilik mi?” Otobüse kaç kişiyle bindiğinizi çözmeye çabalıyorsunuz bir an. “Kimi camlarda gözyaşı varken mutluluk gelmiş silmiş o hüzünlü lekeyi, kimisi azimle elde ettiği başarıyı diğer camdaki lekelere anlatırken bir diğeri “o kadar sevinme sadece koru başarını!” diyerek takdir ediyordu.” diyor Camdan Hikayelerde.
Camdan Hikayeler; Ferhat Ağca’nın İki Kapılı Bir Otobüs hikayesini hatıra getiriyor ilk anda. Aklınız bir şehirde bir halk otobüsüne gidiyor. Fakat Ferhat Ağca gördüklerini, Hidayet Bağcı düşündüklerini, daha doğrusu hayal ettiklerini kaleme alıp yazıya dökmüş. Henüz yayınlananı görmedim ama inşallah Camdan Hikayeler yazılmaya devam eder ve günün birinde kitap olarak önümüze gelir.
“Her güzellik dua ile başlar” diyor Taşlara Dokunan Sesler -4’ün başında.
Oradan ilham alarak Taşlara Dokunan Sesler’in
okuyucusunun çok olmasını ve yeni kitaplarının bir an önce okuyucusuyla
buluşmasını can-ı gönülden temenni ediyoruz.
SONBAHARIN İHTİLALİ / Samet YURTTAŞ
Duvağını kaldırmış sonbahar
Bekliyor
Soylu bir yağmurun alnından öpmesini
Karıncaların devleşen adımları
Haber veriyor
Yağmurun ardından kalacak enkazı
Güneş ellerini çekiyor yavaş yavaş
Gökkuşağı yaprak döküyor
Titriyor gölgesinde düş kurduğum ağaç
Rüzgar dokundukça tenime
Vuruyor beynime sarkaç
Toprak kabaran bir deniz oluyor
Silindikçe döşünden insanın ayak izi
Susmuş gökyüzü
İzliyor
Sonbaharın yaptığı ihtilali
HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI (BENİ TANIDIN MI) / HasanKEKLİKCİ
-N’otuyon ede.
-…
-Alo.
-Efendim.
-Ne
var ne yok ede.
-Sağ
olun. İyiyim. Siz nasılsınız?
-Ooo.
“Siz nasılsınız!” Lafa bak. Beni tanıdın mı?
-Eee.
Şey…
-Tabi
büyüdünüz. Tanımazsınız.
-Lan
Maraş’a dükkân açmış diyorlar senin için.
-Yani
bizimki öyle öteberi dükkân gibi değil de…
-Bir
bardak çay içiririm diye korkma aslanım gelmeyiz. Şimdi tanıdın mı?
-Yaşımız
geçti ya biraz, bir de şu Koronavirüsten dolayı evden çıkamıyoruz!
-Olsun
ben de çıkamıyorum. Benim sende telefonum yok muydu?
-Numara
çıktı.
-Alo!
Senin numaranı… Ben seni daha önce de aradım. Kaydetmemişsin demek ki. Şimdi
aklına geldi mi kim olduğum?
-Arayanı
kaydederim ama! Bir de küfür…
-Zengin
oldunuz ya. Kaydetmezsiniz oğlum artık. Ede taman sennen aynı mektepte okuduyduk.
-Haa!..
Hangi mektepte?
-Kocaseki
hukuk üniversitesinde! Arkadaş köyde kaç tane okul var?
-Sesin
yabancı gelmiyor ama.
-Yahu
deden bahçede ikimizi bir dövdüydü ya. Köşkerlilerin kozunun dibinde.
-Allah.
Allah.
-Hani
Fenk’ten bir öğretmenimiz vardı. Kadın. Kadın öğretmendi. Evleri Ceyhan’ın öte
geçesindeydi. Senle beni gönderdiydi bir gün. Sabah okulda andımızı okuduktan
sonra bizi yanına çağırdı. Önlüklerimizi ve yakalarımızı çıkarttırdı içeri
koydu. Seninle ikimiz yolu elimize aldık. Bahar mevsimiydi. ‘Baharı nereden
biliyorsun’ dersen, bir gün önce babam şalvarımın cebinde cücük lastiğini
bulmuştu. ‘Kuşlar yuva yaparken bu lastik sende ne geziyor, yoksa ağzında yemle
yuvasına giden cücüğe lastik taşı mı sıkıyorsun sen?’ diye beni dövmüştü.
Anlatmıştım o zaman. Hani benim lastiğin sahtiyanı kopmuştu. Teneffüste beraber
yeni sahtiyan yapmıştık. Sen bir tarafından tutmuştun. Ben de sırımla çeke çeke
bağlamıştım sahtiyana lastiğimi. İşte o gün akşam yemiştim köteği. Alo. Dinliyor
musun?
-Dinliyorum. Dinliyorum. Konuşun
lütfen.
-Aboov. ‘Konuşun lütfen!’ Sanki
Maraş altında bin dönüm çeltiği sulanan bir ağa ile konuşuyor herifçioğlu. Lan
tanımadın değil mi? Tabi aslanım. Büyük adamlarla geziyorsunuz. Artık
garibanları tanımazsınız.
-…
-İyi dinle: Okuldan çıktık.
Zavraklıdere’den geçip Kızılcıklıesik’e, oradan Yalangozluğun Deresi’nde taşlara
basa basa Alhanlı’ya vardık. Koca Demirci’nin düveninin ardından,
Tikenliyazı’nın ortasından geçip Küçüksır’a vardık. Giderken sağ kolunun
üstünde bir evin kapsalığının dışında bir adam oturuyordu. Adamın önünden
geçtikten sonra ‘çüüş geri bas’ diyerek bizi yanına çağırdı. Nereden gelip
nereye gittiğimizi sordu. Sonra ‘Kiminle gidiyorsunuz.’ dedi. İkimiz bir
gittiğimizi söyledik. ‘Yolda kimi gördünüz.’ dedi. Biz ‘Heeç’ dedik. Bu sefer
de ‘Yoldaşınız kim.’ dedi adam… Sen arhan arhan dört beş adım geri gittin,
sonra adamın önüne kadar gelip, hazır ol vaziyetine benzer bir şekilde durdun,
sağ elini alnına doğru götürdün, ‘Selamünaleyküm Emmi.’ dedin. ‘Hah’ dedi adam;
güldü, cep bıçağı -Hartlap bıçağı- ile açılmış kaleme benzeyen bıyıklarının
uçlarını tütün sarıyormuş gibi yukarı doğru kıvırdı, ‘Aferin sana. Demek ki
neymiş, yoldaşımız selâmmış, gördüğümüz adamlara selâm verecekmişiz.’ Sonra hangi
köyden, kimlerden olduğumuzu sordu. Köyümüzü, babalarımızın adını dedik. ‘Adını
boş ver babana kim derler.’ dedi adam. ‘Yani babanın lakabı ne.’
-Eee…
-‘Eee’ Ya! Babamın lakabını
diyeyim de kim olduğumu bil, sonra da tanıyormuş ayaklarına yat! Beni dinle
lafın burası kibar: İçeride kadınlar ekmek ediyorlarmış. Adam kapsalıktan içeri
doğru ‘İkişer yumaktan iki tane bazlama yapın da gönderin.’ dedi. Bizi yanına
oturttu. Üstü başı temiz bir adamdı. Ayağında tokya -bir çeşit kauçuk terlik-
vardı. Kafası makine kırkımı değildi makas tıraşıydı. Belli ki Maraş’ta tıraş
olmuş. Hangimizin hangimizi yıktığını sordu. Bizi güreştirmek istedi. Ben, ‘Emmi
biz ta Fenk’e gidiyoruz, güreşirsek üstümüz toz olur, belki de gömleklerimiz
yırtılır.’ dedim. Sonra babalarımızın lakabını dedik. ‘Bilirim’ dedi adam. Öteden
bazlamalar geldi. Saçları meke püskülü renginde, ince ve düz, küçük bir kız
çocuğu; eli yanmış olacak ki bazlamaları getirip adamın kucağına atıverdi.
Sonra başını adamın omuzuna yasladı. Ve başını yaslarken kendisinden başka
kimsenin ağzından çıkamayacak güzellikte ‘ba-baa’ dedi. Gülüştük. Birer ısırık
aldıktan sonra, bazlamaları yiye yiye tekrar Fenk’in yolunu tuttuk.
-Fenk’in.
-Ha Fenk’in. Alo. Usanmış gibi
yapma. Nasıl olsa kontör benden gidiyor aslanım.
-Yok, buyur buyur seni
dinliyorum.
-Beni dinliyorsun… o zaman kısa
keseyim. N’ise Küçüksır’ın köprüsünden geçip Bük’e vardık. Gülme “Bük” diyorum.
Hani Yastı Ali Emim biber ekermiş oraya, Ceyhan Nehri’nin kenarında. Öğlene
doğru Fenk’e vardığımızda elimizle koymuş gibi bulduk, kadın öğretmenin
anasının evini. Zaten Daz Deresi’ne 19 Mayıs’a gittiğimizde karşıdan karşıya
göstermişti öğretmenimiz evi. Babası ve bir kardeşi vardı evde. Anası bizi
iyice besledi. Karnımız doyunca elimize içinde yiyecek olan iki çıkın verdi.
Bir koca tas da taze yağ. Çıkınları ben aldım tası sen. Tas büyüktü çünkü. İki
elle ancak götürülüyordu. Geri Küçüksıra gelinceye kadar yağ eridi, senin her
yerine bulaştı. Küçüksır’ın mektebin yanında öğretmeni gördük. Küçüksır’ın
öğretmenini. Sen tası bir eline alıp öğretmene ‘Selamünaleyküm öğretmenim’ dedin.
Öğretmen bizi durdurdu. Sana ‘Ne dedin ne dedin’ dedi. Sen selamı tekrar ettin.
Adam elimizdeki öteberileri yere koydurdu, bir sana bir bana sille attı. ‘Sizin
öğretmeniniz böyle mi öğretiyor’ dedi. Biz ne edeceğimizi şaşırdık. Öğretmen
birer sille daha vurdu. ‘Kaçıncı sınıfa gelmişsiniz, size tünaydın öğretilmedi
mi; sabah günaydın, öğleden sonra da tünaydın deneceğini bilmiyor musunuz?’
Öteberileri alıp ördek gibi hızlı hızlı kaçarken öğretmen ardımızdan
bağırıyordu daha, ‘Tünaydın, tünaydın eşek herifler tünaydın, öğretmenizi milli
eğitime şikâyet edeceğim.’ diye. Nasıl ettik aklım ermedi. Eşeğin anıra anıra
kurdun ağzına gittiği gibi yakalandık öğretmene. Hal bu ki biz; jandarma, kolcu
ve öğretmen gördük mü kaçardık. Bir de Köroğlu Emmiyi.
-Seni…
-Alo. Patron geldi ben seni sonra
ararım.
NOT: Satılan, anlatılan ve
yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası
yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.
AYASOFYA’YA ŞİİR DENEMESİ -3 / Gün Sazak GÖKTÜRK
Ey Meryem’in gözyaşları…
Papazlar verirken kör duvarlara aşkın vaazını...
Vuruşurken kâinatın en yaman Alpleri sinende.
Mekân genişler, zaman zahirden batına döner…
Sığmaz kırat eğri kapılara, sığmaz kına kılıç…
İnciler dökülür mermerlerinden,
Ağlayan sütunlarına dokununca ol serdar,
Agah olur dünya, beytül atik olur kıblen…
Ufuklar açılır, boz yakalar mavi kıyıya döner.
İsyan gömleğini ateşe verir bir melek,
Er meydanında bir rind vecd içinde,
Bayazıd’ın minaresi rindin göğsünde…
Kuşlar göç eder bir seslenişle bezmi eleste,
Kendi hakikatinden haberdar olur hurufat…
Ve işitilir bir nida kırmızı minareden “Allahu ekber”
Açılır yedi gök, altı sema, serilir arz atların
toynaklarına,
Kıvılcımlar saçarak ah u zârına
Çekilir minbere yeşil sancak,
Bayrama durur güneş elinde kılıç…
19. gülü devşirilir zehrâvânın…
Belki sen duymadın ey mabedi azam
Kardeşlerinin feryadını, biz duyduk ve işittik,
Lale inkılap etti lâl’e
Olympos sükuta durdu
Kör bir efendinin elindeki şeytandan cihana eylerken
nida,
Tanrı uludur tanrı uludur…
MEYL-İ DÜNYA / Nurcihan KIZMAZ
Şu sinemde yara mısın?
Yar mısın?
Söyle ey dide-i ahu!
Serimdeki
Hare misin har mısın?
Ne gidersin ne gelirsin
Bu fakirde ne bulursu?
Düş yakamdan ne olursun
Gayri sen gerekmez
Leyl-i nehar da.
Hiç meylim olmadı
zerre-i miskal
Yol ver de gideyim
Sen hep baki kal
Ezeldendir bende
Fenafillah hâl
Çiçek olsam açmam
Şol nevbaharda.
ÇOCUK KALBİNDE YUNUS / Enver ÇAPAR
Büyümüş de çocuk kalmış
Heybesine kuşlar dolmuş
Hayatı bir masal sanmış
Gerçek düşmüş o uyanmış
O’ na(s.a.v.) salat selam etmiş
Çocuklardan cevap gelmiş
Yorumsuz bir rüya görmüş
Doğru olmuş, düz yürümüş
Dostu düşlerinde görmüş
Çiçeklerden sual sormuş
Irmaklara gönül koymuş
Çocuklar haklı, hayat oyun
Ey insanlar siz de duyun
Bir kitabı çok okuyun
Kalbinizden O’nu duyun
DİL EDEBİ / Ali YURTGEZEN
Aşkı olmayan gönül misali taşa benzer.
Nice yumşak söylese, sözü savaşa benzer.”
bu dili yeniden öğretmek mesuliyeti tasavvuf yoluna
girenlerin omuzlarında. Dil edebini temsil,
teşvik ve talim, dervişânın kadim mesuliyetidir.
Benim işim sevi (sevgi, aşk) için.
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim.”
AŞKÇA GİDİŞLER / Ahmet Özmen KILIÇ
SEYYAH YAZAR MEHMET GÖZÜKARA / Hasan KEKLİKCİ
eski günler güzel / mustafa alper taş

bir daha söylenmedi kimseye
küflü nefesini
çekerken yıllar öncesine
o saçları bir bahar yamacı gibi kınalı
büyük kadın
güzel at
işte karanlığı içerken
bir akşamın sürahisinden
dönüp bakmadı gölgesizliğine
zeytinlerin
koşuyor biliyorum
hâlâ hışırtısında
sımsıcak yüreği
beyaz ev
uzun badanalar
ah bir zakkumun renginde bütün sular
akıyor göğsünün büyük günlerine
çağırıyor eski evlerini
büyük kadın
güzel at
korkuyor kirazların görünmesinden
YOLUN BAŞINDAKİ MUTLULUK/ Hidayet BAĞCI
“…Her niyet aslını temsil eder ve özü güzel olursa güzelliğine mutluluk katar…”
Toprak suyla birleşince suyun mu
yoksa toprağın mı bilemediği bu koku, toprağın içinde kendince yol alan bir su
misali anılarına yol alıp uzayıp gidiyordu, Ayşe Sultan’ın hatıraları arasında.
Önce en son yaşadıkları düştü zihnine sonra dört yaşındaki çocukluğu onu mutlu
etmeye çalıştı, karpuz tarlasında oturup yediği bir dilim karpuzla… Oysa
önündeki meyve tabağının içinde sadece dalından yeni koparılmış birkaç tane incir
vardı ve düşündü: “Neden bir dilim karpuz geldi aklıma?”
Aslında insanı mutlu etmek, en
küçük ayrıntılarda saklansa da teselliler gibi en sona kalır. Önce en acı
durumları hatırlarsın, yalnız kalırsın ve sonrasında toparlanmak için mutluluk
kuyusuna inersin. Orada gördüğün ilk yere oturursun. Kuyu kendini doldurmaya
başladıkça birkaç mutlu anı varsa kuyunun duvarlarında, onlara bakarsın. Ayşe
Sultan’ın yaşadığı bu hal dişlerinin arasında ezilse de hatırladıkları da onu
ezmişti. Sonra ağzındaki incirin incir olduğunu, anılarının bir dilim karpuzla
mutlu olduğunu fark etti. Şehre gitmek için yol kenarında annesi ve babasıyla
otobüs bekledikleri bir gün bir su kaynağının başında oturmuşlardı. Toprağın
içindeki su kaynağı berrak olduğu kadar ağızda şekerimsi bir tat bıraksa da Ayşe
Sultan o zamanlar da mutluydu. Çok uzakta bir tarla gördü, toprağın üzerinde binlerce
irili ufaklı koyu yeşil toplara benzeyen cisimler vardı. Onları görünce
eteğinin ucundaki ziller dile gelip şarkı söylese de bekledikleri otobüs her an
gelebilirdi. Ayşe Sultan’ın dudaklarından gözlerine bir yay edasıyla kıvrılan
gülüşü babasının da içini ısıttı. Hilmi Usta da gözleriyle olur şeklinde izin
verdi, Ayşe Sultan’ın karpuz tarlasına gitmesine. Toprak o kadar yumuşaktı ki Ayşe
Sultan koştukça ayakları toprağın içine gömülüyor gibiydi.
“…İnsan toprağa basmalıydı ki
aslını bulduğunda kendini bulmalıydı…” diyerek anılarının arasına koştu Ayşe
Sultan. İkinci inciri yediğinde mutluluk kuyusundaki o küçük kız çocuğu karpuz
tarlasındaki küçük koyu yeşil karpuzlara dokunmuştu ki babası Hilmi Ustanın
sesiyle kendine geldi.
“-Kızım otobüs gelmek üzere haydi
gidelim.”
Oysa o burada kalıp bu gördüğü
toplarla oynayacaktı. Ama ona onların birer top olmadığını anlatacak birileri
olmalıydı. Ancak tarlanın bir diğer ucunda oynayan yedi yaşındaki küçük
şalvarlı Akif Emre onu ikna edebilirdi. Akif Emre tarlaya koşan küçük kızın kim
olduğunu bilmese de önündeki küçük karpuzların içlerini oyarak oyuncak yapsa da
karpuz çekirdekleri isteklice toprağın içine düşüyordu, gelecek seneye yeniden
karpuz tarlası olabilmek umuduyla. Ayşe Sultan’ın peşi sıra gelen Hilmi Usta
toprağa diz çökerek kızının mutluluk kahkahası atan bakışlarını incitmeden
anlatmalıydı, gördüklerinin birer top olmadığını….
“-Kızım, gördüklerin hafif değil
onlar çok ağır ve içleri çok dolu.”
Dakikalarca dil dökse de Hilmi
Ustanın kızı inatla bastığı yerde durdu, dimdik. Akif Emre’nin babası durumu
uzaktan gördü. Oğlunun elinden tutup Ayşe Sultan’ın durduğu toprağın köşesine
yaklaştı ve elindeki bıçakla karpuzlardan birini kesti. Nereden bilsin Akif
Emre’nin babası, bu inatçı kız çocuğunun kirpiklerinin ucunda asılı kalan birer
su damlasının tutunduğu yerden sonbaharda düşmeye hazır bir yaprak gibi
kopacağını.
“-Baba, mutluluğum kesildi…”
“-Kızım, mutluluk hayal
ettiklerin olsa da gerçeği görmek için yaşamak da bir mutluluktur…”
Ayşe Sultan valizini toparlarken o
gün otobüse yetişmek için elinde bir dilim karpuzla babası Hilmi Usta’nın
kucağında koştukları günü anımsayarak gülümsedi. Akif Emre’nin karpuzdan
yaptığı oyuncakları gördüğünde o bir dilim karpuzun top olmadığına o kadar çok sevinmişti
ki, şimdi Ayşe Sultan herhangi birinin hikayesinde kötü olarak gördüğünün
başkasının hikayesinde iyi olabileceğini kavramıştı.
GECELER/ Ahmet Doğan İLBEY
teselli etmeye çalışıyorum
teselli olmuyor geceler...
her gece bir yalnızlık
bir dost hüznü çökünce
bir gönül ağrısı ve dükkân hikâyesi
tâ yüreğime iniyor
bir sancı, bir hasret sarıyor her yanımı
geceler ah geceler!