En uzun gece... 2016’nın 15
Temmuz’unu 16’sına bağlayan gece... Hep böyle nitelendi sonraki günlerde. Bu
adla yazılar yazıldı, kitaplar yayımlandı, belgeseller hazırlandı. Gerçekten
uzun bir geceydi. Son yüzyılın başlarında Cihan Harbi’yle başlayan on yıllık
süreçte yaşadıklarımızı bir kere daha yaşamıştık o gece. İçinde Çanakkale de
vardı, İstiklâl Savaşı da... O gece hepimiz Nene Hatunları, Seyit Onbaşıları,
Sütçü İmamları dünya gözüyle görmüştük.
Âsım’ın Nesli meydanlardaydı.
İman dolu göğüslerini siper ederek o “rezil istilâ”yı, o “hayasızca akın”ı
nasıl durdurduklarına şahit olduk. Akif’e İstiklâl Marşı’nı yazdıran yüz yıl
önceki millet o gece kıyamdaydı. Din ü devlet, mülk ü millet için, dillerinde
tekbir kurşunların, bombaların, tankların üzerine üzerine yürüdüler. Mazluma
ümit, zalime korku olma azmimiz yeniden yeşerip boy salsın diye şehitlerimiz o
gece yine birer cemre olup toprağa düştü. Millî Mücadele’deki ruh, yüz yıl
önceki gibi hepimizi bir ve beraber eylemiş, soylu bir destanın kahramanı yapmıştı.
Unutmadan, unutturmadan anmak
Şimdi o destanın üçüncü sene-i
devriyesindeyiz. O destanı unutturmamak, o destanı yaşatan ruhu muhafaza etmek,
o geceki birlik ve beraberliğimizi daim kılmak için üç yıldır çeşitli
faaliyetler yapılıyor. Şehitlerimizin isimleri okullara, caddelere, meydanlara,
parklara verildi. 15 Temmuz’a dair onlarca kitap yayımlandı, yüzlerce şiir
yazıldı. Televizyon programları, belgeseller, kısa filmler hazırlandı.
Paneller, konferanslar tertip edildi, marşlar bestelendi. Anlaşılan o ki,
benzer çalışmalar bundan sonraki yıllarda da sürecek.
Fakat 15 Temmuz’u unutturmamak
adına üç yıldır yazılıp söylenenler, giderek 15 Temmuz’da aslında ne olduğunu
unutturan bir laf kalabalığına dönüşüyor sanki. Abdullah ibn Übey münafığının
çağdaş versiyonu bir şarlatana odaklanmaktan öteye gitmiyor. Onun, harimimizin
kapısını kırmak üzere kimler tarafından niçin koçbaşı yapıldığı, kimlere alet
olduğu pek dillendirilmiyor. Hakikaten de o gece kimler, neden saldırmıştı
bize? Millet neden canı pahasına bu saldırıya karşı çıkmıştı? Neyi ya da neleri
korumak için ölümü göze alarak meydanlara yürümüştü? 15 Temmuz, 15 Temmuz’dan
mı ibaretti? Bu sorular ya hiç sorulmuyor yahut o gece ne olduğuna dair bir
doğruda birleşemediğimizi gösteren çok farklı cevaplarla karşılanıyor. Nefsleri
okşayan hamasi söylemler, bir fecr-i kâzip gibi, uzun da olsa gecenin bittiği
yanılgısına düşürüyor insanları. Saldırının bertaraf edildiğine, tehlikenin
atlatıldığına, selamete çıkıldığına inandırıyor.
Gece henüz bitmedi
Oysa o en uzun gece hâlâ bitmiş
değil. İbret alıp tarihin tekerrürüne mani olamazsak eğer, daha da kararıp
uzayabilir. Yüz yıl önce Millî Mücadele’yi kazandık. Ama mağlubiyet
psikolojisiyle malûl etkili yetkili çevreler, hâlâ mücadele etmeyi bırakıp
teslim olmayı tercih eden politikalar dayatıyor. Bunu yaparken daha yumuşak,
daha sinsi, daha suret-i haktan görünmeye çalışıyorlar. Nitekim 15 Temmuz’u
anmak ve anlatmak adına yapılanlar, yüz yıl önceki gibi, murat edilenin zıddına
bir çizgiye evriliyor. Millet-i hâkimenin 15 Temmuz direnişini Batı’nın
helvadan putlarını koruma gayretine bağlamakta sakınca görmüyoruz mesela.
Demokrasi güzellemeleriyle ambalajlanan seküler bir anlayışa giderek daha çok
itibar eder olduk.
Gâvurun içimizden devşirdiği
hainler eliyle bile isteye kirlettiği kavramların, hep kirli ve tehlikeliymiş
gibi yargılanıp mahkûm edilmesine pek ses çıkarmıyoruz. İslâmî her uygulamayı
din istismarı diye yaftalayıp gündelik hayatın dışında tutmayı amaçlayan bir
istismarı, İslâm’a saygı zannedenlerimiz var. Son üç yıl içinde cemaat, himmet
ve hizmet ehli olmanın affedilmez bir suç, büyük bir kötülük olduğuna
inandırılanlarımızın sayısı arttı. Müntesipleri arasında şehitleri ve gazileri
olan, 15 Temmuz direnişinin her cephesinde günlerce hizmet veren, ama “o gece
biz de oradaydık” deyip övünmekten hicap eden köklü gelenekli cemaatlere,
muhtemel 15 Temmuzların potansiyel saldırganlarıymış gibi bakılmaya başlandı.
Hasıl-ı kelam, İstiklâl Marşı’nı
söyleyen ama o marşta ifadesini bulan değer ve hassasiyetlerle mücehhez
insanlara, Akif’e yaptıkları gibi bu ülkeyi dar eden bir zihniyetin
“sabahımız”ı geciktirme ihtimaliyle bir kere daha karşı karşıyayız.
Eski düşman, eski düşmanlık
Öyleyse hamasetle oyalanmak
yerine durup dinlenmeden anlatmalıyız ki, o gece bize saldıranlar kadim
düşmanlarımızdı! Bunların dün “haçlı ittifakı”, bugün “küresel emperyalizmin
egemenleri” diye tanımlanması yahut şu veya bu devlet olması bir şeyi
değiştirmiyor. Küfür dün tek milletti, bugün de tek millet. Selçuklu’ya,
Osmanlı’ya niçin saldırmışlarsa Türkiye’ye de aynı sebeplerle saldırdılar.
Dertleri ülkemizin istikrarı ve güçlenmesi değildi sadece. Yıllar sonra ilk
defa bu gücün mazlumları koruyacak bir çatı olması, mümin kardeşliğini inşa
etmesi, ümmeti derleyip toparlaması ihtimalinden korktular. Ellerinde daha önce
kullandıkları ve netice aldıkları başka aparatlar varken dinî kisveye
büründürülmüş bir ihanet çetesini bu yüzden sürdüler cepheye. İşgale yol açacak
bir iç savaş çıkarmayı, Suriyeleşmesini umdukları bir Türkiye’nin enerjisini böylece
tüketmeyi planladılar.
Planın bu kısmını başaramadılar,
evet, ama plan bundan ibaret değildi. Asıl maksat, tarihin her döneminde bizi
kardeş kılan, küfür ve zulüm karşısında birleştirip dik tutan müslüman tavrını
itibarsızlaştırmaktı. Kırk yıl İslâmî cemaat suretinde besleyip büyüttükleri
bir ihanet şebekesi eliyle insanlarımızı vurmakla kalmadılar; İslâmî
hassasiyetlerimizi, İslâmî hasletlerimizi de vurdular.
Nitekim dün bir dilim ekmeğini
dünyanın öbür ucundaki müslüman kardeşiyle tereddütsüz paylaşanlar bile, bugün
gönüllü yardım kuruluşlarının infak davetlerine acabalarla yaklaşır oldular.
Mesnetsiz söylentilerle, suizanlarla, müslümanlar olarak birbirimize
itimadımızı kaybettik. Hakk’a, hayra, kardeşliğe, muhabbet ve merhamete çağıran
dinî yapı, cemaat yahut camiaların din istismarı yaptığına, bir gün devleti ele
geçirip aynı alçaklığa tevessül edebileceğine dair vehme kolay kapıldık.
Rızâen lillâh nöbet
Halbuki bir zamanlar Osmanlı
askerinin “Din ü devlet, mülk ü millet muhafazası için rızâen lillâh
nöbetteyim!” cümlesiyle ifade ettiği nöbet tekmilindeki anlayışı bugüne
taşıyanlar köklü gelenekli cemaatlerdi. 15 Temmuz’un gerçek kahramanları bu
anlayışla direnişin en ön saflarındaydılar. Yeniden kendilerinin olan
devletlerinin bir kere daha küffara peşkeş çekilmesine canları pahasına müsaade
etmeyeceklerdi. Dinlerini koruyacak; yalanı, aldatmayı, istismarı,
ikiyüzlülüğü, kâfirlere kul olmayı mübah gören bir sapkınlığın üzerine
yürüyeceklerdi. Ridde vakasında sahte peygamber ve mürted kâfirlerin üzerine
yürüyen Hz. Ebubekir r.a. gibi kararlı olacaklardı. O gece abdestlerini
tazeleyip yalın yürek çıktıkları meydanlarda tekbirlerle şehadete koşarken
bundan başka maksatları yoktu.
Bu hakikati görmezden gelen,
çarpıtan, hatta tehlike sayan bir yaklaşım, 15 Temmuz saldırganlarının planına
hizmet anlamına gelir. 15 Temmuz bir kere daha göstermiştir ki gerçek güç tank,
tüfek, uçak değil; imandır. Türkiye üzerindeki emellerinden asla vazgeçmeyecek
kadim düşmanlarımızın, baş edemedikleri bu gücü zaafa uğratmak için her şeyi
yapacakları da aşikârdır. Kullandıkları ihanet örgütünün köklü gelenekli İslâmî
cemaatlerle hiçbir ilgisi, hiçbir ortak noktası yoktur. Bu örgütü bahane ederek
bu aziz milletin ruh köklerine, nüvesine, mayasına hasmâne bir tavır almak,
muhtemel 15 Temmuzlar’da meydanlara çıkanları azaltıp, alışveriş merkezlerine
ve bankamatiklere koşanları çoğaltacaktır. Gecenin daha da uzamasından geçtik,
sabahı hepten unutmaya kadar varabilecek bir felakettir bu.
İbret almak, bir hadisenin
aslını, arkasındaki hakikati görüp ondan istikametimizi düzeltmeye yarayan bir
ders çıkarmak demek. 15 Temmuz’da aslında ne olduğunu hatırlayıp ibret alalım.
İbret alalım ki, Akif merhumun dediği gibi o meş’um tarihimiz tekerrür etmesin.
http://semerkanddergisi.com/15-temmuzda-ne-oldu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder