Gece
yarısından beri ebe kadının çabalarını kaygı ile takip eden, bellerinin kamburu
çıkmış iki bacı, düşük yapan Durdu Fadıma gelinle birlikte âdeta aynı sancıları
çekmişlerdi. Sabahın ilk ışıkları ile ebe kadını yolcu etmek için dışarı
çıkmışlar, sonra da kerpiç evin arkasında duvarın dibine çömelmişlerdi. Ama
hâlâ ebe kadının sözleri dolaşıyordu kulaklarında.
Ebe
kadın gitmeden önce ayaküstü: “Anlamadım ben bu işi. Normal bir doğum gibi oldu
sanki. Lakin çocuk ölü doğdu doğmasına da gelinin karnını ve kasılmaları
anlayamadım; hiç doğum olmamış da doğum başlamış gibi bir hali var. Sabaha
kadar merakımdan bekledim. Bekledim ama heç bir şey de anlayamadım. Hayırlısı
inşallah.” demişti.
Gelinin
kaynanası kardeşine dönerek:
“Yoksa
gelinin durumu kötü de söylemeye dili varmadı mı ebe kadının?” dedi.
“Allah
korusu. Aklına kötü bir şey getirme bakalım bacı sen!” dedi öteki.
Davarların
bulunduğu ağılın kapısını açıp, davarları salarken ki haline daha bir dikkatle
bakmışlardı Durdu Fadıma’nın kocası İbrahim’in. İbrahim’in üzerindeki,
askerlikten kalma komando parkasına, başındaki yün başlığına, dikeni andıran
gür bıyıklarına, yüzüne vuran sabah güneşinin ışığındaki parıldayan tenine ve
gözlerine, upuzun boyuna çok yakıştığını düşündükleri omzundaki çiftesine ayrı
ayrı bakmışlardı. Anasının da teyzesinin de yüreği kavrulmuştu İbrahim’i
izlerken. Anası dayanamayıp “çocuğu durmayacak oğlumuzun teyzesi” diyerek
kardeşine yaslanıp ağlamıştı.
İbrahim
her zamanki alışkanlığı ile yufkanın içine bir şeyler koyup, azık bezini
katlayarak beline bağladıktan sonra, çiftesini omzuna asarak sessiz sedasız
aşağıya inmişti. Yürüyor mu uçuyor mu, farkında değildi. Ayağını nereye
attığının, nereye bastığını bilmeden yürüyordu. İlk defa: “Olmayacak; bizim
çocuğumuz durmayacak ellaham!” demişti, ebe kadın çocuğun düştüğünü söyleyince.
Dokuzuncu çocuğu ile kendisi de hayattan düşmüştü sanki. Davarı ağıldan
çıkarıp, yaşları yetmişini çoktan geçmiş annesi ve teyzesinin önünden geçerken
“davarı sürmek lazım; ağılda bırakmak olmaz” diyerek önlerinden geçip gitmişti.
Davarı mı sürmekti gayesi, yoksa bir an önce dağlara çıkmak ve çoğalan kendi
yalnızlığının kalabalığında kaybolmak mıydı? Bunu kendisi de bilmiyordu
aslında. Uzaklaşmak, sadece uzaklaşmak istiyordu evden. Neresi olursa, davar nereye
giderse arkasından gitmeye karar vermişti. Her zamanki gibi davarı otlatmaya
karar verdiği bir yer, bir bölge yoktu.
Davar
yanlarından geçerken, nerdeyse keçilerin altında kalacaktı iki bacı da.
Aceleyle kalktılar yerlerinden ve biraz geriye çekildiler. Yerlerinden kalkınca
iki hilalin yan yana durması gibi bir duruşları vardı iki bacının da. Başları,
kambur olmayan bir insanın göbek hizası mesafesindeydi ve yüzleri karşıya
bakmak yerine yere, hatta ayaklarının ucuna dönüktü. Davar dar yoldan geçerken,
keçilerin bir kısmı gene de iki bacıya sürtünerek geçmişlerdi.
“Bu
dokuzuncu değil mi bacı?” dedi kendinden daha önce damın duluğuna çömelen
bacısının yanına çömelirken.
“He
ya” dedi bacısı. “Hem de altısı oğlandı”
“Hayırlısı
bacı, üce Irabbım her şeye kâdirdir”
“Orası
öyle, öyle olmasına da babamı aklıma getiriyor İrbaham’ımın durumu”
“Hayırdır
inşallah bacı?”
“Ah!
Ah. Babamın durumuna düşecek bizim İrbaham.”
“Ne
demeye çalışıyon bacı? Vallah bi şey anlamadım dediklerinden.”
Önce
küçük kardeşinin yüzüne sonra da köyün karşı yamacındaki bağlara baktı bir
süre. Karşı karşıya iki yamacın birinde köyün kerpiç evleri, evlerin tam
karşısındaki yamaçta ise köyün bağları bahçeleri bulunuyordu. Bu iki yamacın
ortasından akan, suyu buz gibi olan dere hem bağların bahçelerin hem de köyün
su ihtiyacını karşılıyordu. Bu güzellikleri bir daha içine dolduruyormuş gibi
karşı yamaca bakarak konuşmasını sürdürdü İbrahim’in anası yaşlı kadın.
Kardeşine daha bir sıkı yanaşmıştı sanki anlatacaklarına başlamadan önce.
“İrbaham’ımın,
guzumun çocuğu durmuyor ya! Babam aklıma geldi.”
Küçük
olanı irkildi.
“Ne
dedin bacı, babam mı? Bu da nerden çıktı şimdi”
Bacısı
hafif bir tebessümle sözlerine devam etti:
“Sen
de hatırlarsın her hal; seferberlik zamanını anlatırdı babam. İrbaham’ım
babamın durumuna düşecek. Hani köyde heç erkek kalmamış da babam kadınları
toplayıp köyün bağlarını kazdırmaya gitmiş… İki gözü iki çeşme anlatırdı babam.
Kadınlar bağı kazarken, bu arada da kazdıkları yeri ve üzüm tiyeklerini
tepelerlermiş. Tepelemedikleri kazılmış yerleri de kendi aralarında boğuşurken
tepelerlermiş. İşte o zaman babacığım, tepenin arkasına gider, ağlar, ağlar
geri gelirmiş. Bir süre bağ kazan kadınlara şöyle yapın böyle yapın diye
uğraşır, sonra gider tepenin arkasında bir daha ağlarmış. İrbaham’ım da
dedesini kaderi varmış gördün mü teyzesi?”
“Aman
bacı! Deliriyon her hal. Etme Allah aşkına!”
Bacısının
yanına çömelirken kolunu koluna bilerek temas ettirmişti.
Aslında
bacısına dokunmak, onu okşamak, kucaklayıp teskin etmek istiyordu. Ama bu
kadarı yeterdi. Ancak bu kadar bir temasla paylaşabilirdi dokuzuncu torunu da
düşen bacısının acısını.
Öyle
görmüşlerdi büyüklerinden. Her şeye bir sınır koymayı bellemişlerdi.
Ne
sevinçlerinde gülüşerek kucaklaşırlar ne de acı anında ağlayıp sızlayarak ah
vahlarla kendilerini kaybederlerdi. Zira densizlik sayarlardı ötesini. Her
hadise karşısında vakarlı bir duruşları vardı ve onu her zaman muhafaza
ederlerdi.
“Bacı”
diyerek konuştuğu kadın mı daha yaşlı kendisi mi anlaşılmasına imkân yoktu.
İkisi de toprak damın arkasına yarı oturur vaziyette çömelmişlerdi. Belleri o
kadar kamburdu ve o kadar küçücük kalmışlardı ki, oturuyorlar mıydı, yoksa az
sonra tekerlek bir cisim gibi yan yana yuvarlanacaklar mıydı belli değildi.
Sanki birisi dokunsa aşağı doğru yuvarlanıp gideceklerdi. Gelininin dokuzuncu
çocuğunu da doğuma bir ay kala düşürmesinin bacısının yüreğinde ne yangınlara
sebep olduğunu biliyordu.
Az
ileride bacısının kocası yanındaki adamla dertli dertli konuşuyordu.
“Çocuğu
durmuyor bu gelinin. Söndürdü İrbahamımın ocağını. Yiğit İrbaham soysuz sopsuz
geçip gidecek bu dünyadan.” “Ah benim İrbaham’ım ölünce dünyada adı sanı
kalmayacak şu babayiğit adamın.”
Gelin
Durdu Fadıma, üzerinde Türkiye Zirai donatım Kurumu yazan gübre torbasının
çakıldığı pencerenin arkasında kayınbabasının konuştuklarını duyuyor,
kayınbabasının bu sözleri, kara saplı bir Hartlap bıçağı olup, kalbine
saplanıyordu. Kara saplı Hartlap bıçağının saplandığı kalbinden akan kan,
düşükten dolayı akan kana karışarak kanamasını daha bir artırıyordu.
Kayınbabası
daha acı sözlerle devam ediyordu konuşmasına: “Ah benim İrbaham’ım ölünce
dünyada adı sanı kalmayacak şu babayiğit adamın.”
Yanındaki
adam: “Allah’tan ümit kesilmez emmi; bakarsın bundan sonrakiler durur. Hele bir
Lâ Havle çek, rahatlarsın.”
“Nasıl
rahatlayım bire gardaşım. Şu gelinin bize ettiğini görmüyon mu?”
Lafına
ilk başladığında, hemen arkasına durmuştu Aniş Gelinbacı. Adam gelininden dert
yanarken bastonuna dayanıp arkasında onu dinlemişti. Bastonuna dayanmış
dururken; başındaki omuzlarının aşağısına kadar inen beyaz mevlit örtüsü,
örtünün altındaki fesin üzerine dizilmiş gümüş üzeri tuğralı paralar,
boynundaki kahverengi akik taşından yaprak şeklindeki gümüş kafesli gerdanlığı,
siyah üzerine mavi mini çiçekli pazen fistanı, fistanın eteklerinin hemen
altında ayaklarındaki parlak mes ayakkabıları ve ayakkabının bitiminden sonra,
fistanının eteklerinde kaybolan gül kurusu rengindeki yumuşak deriden mes ile,
müspet tarih kitaplarının veya “Müslüman Türkün Kültür ve Medeniyet Tarihi”
diye bir kitap yazılsa ilk sayfalarına konulacak bir resim, hatta anıt gibiydi.
“Pu
Lanet sa goca höbene!” dedi Aniş Gelinbacı.
Adam
dönüp baktı Aniş Gelinbacı’ya ama ağzını açıp da bir cevaba kadir olamadı.
Aniş
Gelinbacı büyük Ağabeyinin karısıydı.
Ağabeyi
öleli yıllar olmuştu ama o hâlâ yaşıyordu ve çok da dinç bir vaziyetteydi.
Çok
sert yapılı bir kadındı Aniş Gelinbacı. Köyde akraba olsun olmasın ona herkes
“Aniş Gelinbacı” diye hitap ederdi. Bu “Ayşe Abla” manasına kullanılan bir hitap şekli idi.
Aslında, kendisinden büyük amca ve ağabey eşlerine herkes Gelinbacı diye hitap
ederdi oralarda.
Aniş
Gelinbacı: Genç kızların, gelinlerin müşküllerinde, kendi anne ve ablalarına
açamayacakları bir sıkıntılarında ilk akla gelen kadındı köyde. Hele birisi
karısını dövsün... Eğer Aniş Gelinbacı duyduysa veya dövülen kadın, Aniş
Gelinbacı’ya “Kocam beni dövdü” diye şikâyet etmiş; Aniş Gelinbacı yolda
yolakta, bir kadının yüzünde gözünde bir morluk görmüşse; anında o kadının
evine gidip, elindeki bastonla evin kapısına delice vurarak kapıyı açtırır ve
dövülen kadının kocasının karşısına dikiliverirdi. İşte o kocanın vay haline.
Karısını dövme sebebi ne olursa olsun, o kocanın kafasına elindeki bastonu bir
kere indirir ve kafasını kesinlikle şişirir ve o koca, ağzını bile açamazdı.
Sadece kafasında bastonun indiği yeri kaparak “uf anam!” derdi. Tam o anda da
Aniş Gelinbacı lafı yapıştırırdı. “Anam ya anam! Dövdüğün bu kadın da şu
peydahladığın veletlerin anası; utanmaz arlanmaz” dedikten sonra çekip gitmez,
meseleyi enine boyuna anlar ve kadına edilecek bir nasihat varsa çeker bir
köşeye, konuşurdu uzun uzun. Kafasına değneği yese de sonuçta erkek kârlı
çıkardı. Hem karısıyla barışmış olur hem de karısının kötü bir huyu varsa Aniş
Gelinbacı nasihat ettikten sonra o kötü huyunu terk ederdi.
Gelininin
çocuğunun durmadığından dert yanan kaynının yanına yaklaşıp karşısına dikildi
Aniş Gelinbacı.
“Seni
goca höbene seni!” dedi küçük kaynına tekrar. “Gelinin çocuğu durmuyormuş,
İrbahamını soysuz sopsuz etmiş öyle mi?”
“He
ya! Öyle değil mi Gelinbacı?” dedi adam. Başındaki takkeyi düzeltti ve nerdeyse
hiç siyahı kalmamış sakalını kaşıdı gayrı ihtiyari.
“Değil
elbet, öyle değil!”
“Ama
bu düşürdüğü dokuzuncu çocuk olmadı mı Gelinbacı?” dedi adam dertlenerek.
Olduğu yerde öyle sallandı ki; kökü motorlu testereyle kesildikten sonra, hafif
bir sallanıp sonra devrilen kavaklar gibi sağa sola ırgalandı.
“Düşürdüğü
ha! Düşürdüğü… Ne de kolay diyon kayın ede. Ne de kolay diyon öyle. O gelin mi
düşürdü bunca çocuğu? Kendi bebesini kucağından yere mi attı yoksa? Hı? Kayın
ede öyle mi diyon?”
“Yok,
Gelinbacı, öyle de demiyom da…”
“Eee,
ne diyon öyleyse kayın ede?”
Adam
susuyordu, hiçbir cevabı yoktu elbette.
Aniş
Gelinbacı bir süre adamın yüzüne baktıktan sonra devam ediyordu. Bu sefer
sesinde zerre kadar azarlama yok. Tam tersine şefkat doluydu.
“Şu
içeride, dokuzuncu çocuğunu düşüren ve her düşen çocukla canı da çıkan gelinin
var ya; onun adı neden Durdu Fadıma biliyon mu kayın ede?”
Adamda
yine ses yok. Çevredekiler de sükût etmiş, Aniş Gelinbacı’yı dinliyorlar.
“Biliyonuz
biliyonuz. Hepiniz de biliyonuz bu gelinin adının neden Durdu Fadıma olduğunu.”
Çevresinde bulunanların yüzlerine teker teker baktıktan sonra duvarın dibinde
bulunan odun kütüğünün üzerine oturdu. Çocuğunu düşüren gelin Durdu Fadıma,
hemen başının üzerindeki pencerenin bulunduğu odada yatıyordu ve Aniş
Gelinbacı’nın konuşmalarını yanında konuşuluyormuş gibi duyuyordu. Olduğu yerde
daha bir dikkat kesildi konuşulanlara. Ağrılarını unutmuştu adeta.
Aniş
Gelinbacı: “Bu gelinden önce altı kardeşi öldü. Nettilerse durmadı çocuklar.
Bunları hepiniz biliyonuz. Sonra bu Durdu Fadıma kız doğdu ve adını Durdu
Fadıma koydular. Bu durdu elhamdülillah. Mübarek Fadıma anamızın hatırına durdu
ve şimdi senin gelinin bu yavrucak.”
Durdu
Fadıma gelin sancı denizinden çıkıp telaş denizinin içine düşmüştü. “Yoksa bu
Aniş Gelinbacı bunların topu hastalıklı, sen de bunlardan gelin almasaydın’ mı
diyecek!” Diye kaygılanmıştı birden. Ama kaygılandığı gibi olmamıştı. Aniş
Gelinbacı kendisinin de bilmediği bir gerçeği açıklamıştı.
Aniş
Gelinbacı adama tekrar dönerek:
“Biliyon
mu kayın ede gelinin Durdu Fadıma’nın babası Daşcı Irabbı netti? Bilmezsin ya,
kimseler bilmez… Madem bu çocuklar durmaz; şehre gedip bir tohdura bahınalım
dedi. Hemi de sadece karısı değil, kendisi de bahındı tohdura. İki ilaç vermiş
tohdur, o kadar... Hastalığı İznullah geçmiş. Bu Durdu Fadıma kız, sonra
kardeşleri oldu ki geçmiş hastalığı kadının.”
Bir
süre durup bekledi. Sonra kaynının yüzüne daha bir şefkatle bakarak devam etti
konuşmasına:
“Hiç
aklına geldi mi kayın ede bu gelini tohdura bahıtmak? Belki bir hastalığı var
yavrucağın. Belki o hastalık, senin yavrucağına, torununa zarar veriyor da
ölüyor torunların… İneklerinden biri biraz keyifsiz olsa, o gün ahırda
yatacaksın âlim Allah. Aklını başına devşir kayın ede! Bu yavrucağı tohdura
bahıt!” diyerek gelini görmek üzere eve yöneldi.
Aniş
Gelinbacı’nın eve yöneldiğini gören iki bacı, yerlerinden kalkarak, arka arkaya
yuvarlanıyorlarmış gibi, onlarda Aniş Gelinbacı’nın arkasından eve girdiler.
Odaya
girip gelinin yattığı yatağın etrafına oturduklarında; gelinin kaynanası,
eltisi Aniş Gelinbacı’ya dönerek, “Sağ olasın Gelinbacı. Gocadı gitti ama bizim
bu herif akıllanmayacak. Şu gelinin ne suçu var Allah aşkına? Sen de olmasan
biz nederdik” dedi muhabbetle. Aniş Gelinbacı da ona bakıp tebessüm etti.
Yaşlı
kadınlar yüzlerindeki tebessümlerini hem karnı, hem de kalbi sancıyan gelinin
yüzüne tutarak onun sancılarını dindirmeye çalışırlarken dışarıdan
kayınbabasının asıl iyileştirici sesi kulaklarına kadar gelmişti.
Adam
yeğeni ile konuşuyordu.
“Yeğen
İrbaham abin de gelince sabaha hazırlanın. Muhtarın traktörü ile Kocaköy’e iner
oradan da minibüse binip şehre varın da şu gelini bir tohtura bahıdın. Tohdur
çare olur inşallah” diyerek sırtını kerpiç duvara vererip, odun kütüğünün
üzerine oturmuştu.
Ansızın
kulağına bir bebek ağlaması sesi geldi. Karşında oturan yeğenine baktı dikkate
ama yeğeninde hiçbir tepki yoktu. “Gocadık, gocadık” dedi kendi kendine. Sonra
devam etti. “Ne güzel olurdu değil mi Koca Memili? İçeride gelin doğum yaparken
burada beklesen. Sonra şimdi kulağına gelen asılsız ses gibi torununun sesini
duysan… Ebe kadın gelse: ‘muştumu isterim Koca Memili Ede, bir erkek torunun
oldu’ dese ona muştuluk versen. Sonra verdiğinle yetinmeyip, geri cüzdanına
koyduğun paraları da çıkarıp versen… O da yetmezdi koşuversen ağıla ve en yiğit
tekeyi olduğu yere yatırıp, Allah rızası için kurban etsen…” Daha devam
ediyordu ki, bebek ağlamasını bir daha duydu. Yeğenine baktığında gördü ki
yeğeni de dikkatle kendisine bakıyordu.
Yeğeni,
yarı tereddütle: “Emmi bebek sesi gelinin yattığı odadan geliyor!” dedi.
Yerlerinden
kalkıp, ürkek ürkek içeri yöneldiler. Merdivenlerden çıkarken, sanki yabancı
birinin evine gelmişler de az sonra “Ev sahibiii! Evde kimse yok muuu?” diye
çağıracak olan bir yabancının davranışlarında ilerliyorlardı.
Ebe
kadın tekrar çağırıldığında ortaya çıkmıştı esas durum.
Ebe
kadın heyecanla konuşuyordu:
“Ben
demiştim size. Anlamadığım bir şey vardı. Düşük olmuştu; bebek ellerime ölü
doğmuştu; lakin bir şey vardı. Gelinin karnında hala kasılmalar vardı. Doğuma
hazırlanan bir kadın hali vardı. Anlamalıydım. Benim suçum. Anlayamadım. Bunca
yılın ebesiyim. Sanki hiç ikiz doğumla karşılaşmamış gibi davrandım. Ama arası
bu kadar olan bir ikiz de görmedim. Birisi doğar arkasından diğeri gelirdi.
Sabaha karşı düşen çocuk içerde ölünce vücut onu dışarı attı; o durum sağlıklı
çocuğun da erken doğumuna sebep oldu elleham.”
Bu
arada kapıda belirmişti gelinin kayınbabası ile yanında bulunan yeğeni.
Aniş
Gelinbacı kapının eşiğinden onları fark edince, ebeye:
“Sen
boş ver olanları ebe kadın. Çocuk sağlıklı elhamdülillah. Aha kapıda çocuğun
dedesi, çık da muştunu iste! Az bir muştulukla bırakma ha!” diye de ekledi,
Koca Memili’ye duyurarak.
Gelinbacı’nın
“Az bir muştulukla bırakma ha!” dediğini duymuştu adam. Muhabbetle gülümsedi ve
Gelinbacı’ya duyuracak şekilde:
“Elbette
çok muştuluk gerektirir bu durum Aniş Gelinbacı meraklanma sen!” dedi.
Öyle dahil ediyorsun ki okuru hikayelerine, komşudan gelen bebek sesini Durdu Fadıma'nın bebeğinin sesi sandım. Varolasın ağabey!
YanıtlaSil