-Estağfurullah, hoş bulduk. Uzun
zamandır buradaki dostları ziyaret etmek aklımdaydı kısmet bu güneymiş. Sizin
de dükkân açtığınızı duydum. Allah hayırlı mübarek eylesin. İyi düşünmüşsünüz.
Nasıl, işler açıldı mı? Ha bu arada çam sakızı çoban armağanı şunu da şöyle
bırakayım.
-Aaa… Zahmet etmişsiniz. Siz
gelmişsiniz ya hediyeye ne gerek vardı. İşler iyi. Çok şükür umduğumuzdan daha
güzel gidiyor. Şimdilik daha çok genç yazarlara malzeme veriyoruz. Verdiğimiz
hikâyeler de yayınlanıyor. Sosyal medyadan takip ediyorum; gençlerin çoğu hikâyeleri
fazla bir düzenleme yapmadan yayınlamasına rağmen güzel tenkitler, müspet okuyucu
yorumları alıyorlar. Siz neler yapıyorsunuz?
-Bükten çıkıp karaçalıya girmek
gibi bizimki, servisten inip otobüse biniyoruz. Ömrümüz yollarda geçiyor. Büyük
şehir böyle maalesef. Otobüste, serviste kitap okumaya çalışıyoruz. Bazen öyle
oluyor ki, bitirdiğim kitabın yazarını bile hatırlamıyorum. On kitap beni on
adım ileriye taşımıyor. Besni’den götürdüğümüz malzeme biteli yıllar oldu. Laf
aramızda onca tecrübeye rağmen bir şeyler yazmak için bilgisayarın başına
geçip, gazete haberlerini okuyup geri kapattığımız oluyor. Bu arada gözüm de
senin şu listene takıldı. Şu Kurttepe’nin Treni’nde ne var acaba? Nasıl olsa
zamanımız bol. Bunu sizden dinleyelim. Evvela şunu buyurun.
-Lütfen hocam aramızda akçenin
lafı olur mu? Bizi utandırmayın.
-Hayır. Hayır. Alın bunu ki,
yarın bir gün telefonla malzeme istemeye yüzümüz olsun.
-“Konyalı Emine elinde bir
kâğıtla geldi oturdu çardağın ucuna. Kâğıdı babama göstererek, ‘Bu işi yapsa
yapsa senin döller yapar ede. Zaten benim sizden başka da kimim var ki. Bir kuş
bir çalıya sığınırmış ben de sana geldim. Ah edem karganın değneği mi olur.
Ortalık yerde kala kaldım. Omar’ımı elimden aldılar.’ dedi.
Babam kâğıdı eline aldı. Baktı.
Arkasını çevirdi arkasına da baktı. Sonra yazılı yerini çevirdi ‘Jandarma’ dedi
sesi duyulur duyulmaz. Bana baktı. Sonra tekrar kâğıda baktı, ‘Kurttepe’ diye
mırıldandı. Kâğıdı tekrar aldığı gibi dörde katladı. Dizinin üzerine bıraktı. ‘Sabah
Mahmut’la beraber gidin.’ dedi ve dizine koyduğu dörde katlanmış olan kâğıdı
bana uzattı.
Bindiğimiz otobüs öğleden sonra
Adana otogarına girdi. Hava sıcaktı ama içimizdeki sevinci etkilemiyordu. Ben
çalıştığım firmanın işleri ve sınavlarım vesilesiyle gelip gidiyorum buraya
fakat Mahmut’un ilk gelişiydi. İlk gelişi olmasına rağmen, o da benim kadar
biliyordu Adana’nın neresinde ne olduğunu. Bir kere, dayım burada subay
gazinosunda askerlik yapmıştı. Sonra, köyün hemen hemen bütün erkekleri yazları
Adana’ya pamuk sulama işine gelirdi. Kuru Köprüyü, Kum Palas Otelini belki bin
kere dinlemiştik babamdan. Küçük Saati, Büyük Saati elimizle koymuş gibi
bulabilirdik. Ve tren istasyonu. Hatta Yenice tren istasyonu bile
belleğimizdeydi. Biraz kendimizi toparladıktan sonra kalacağımız otele doğru
yürümeye başladık. Dayımın askerlik yaptığı Adana subay gazinosu otogarın hemen
yanındaydı. Önünden geçerken bir müddet durup kapıda nöbet tutan askere baktık.
Demek yirmi yıl kadar önce dayım bu askerin yerinde nöbet tutmuştu. Ne kadar da
gençmiş o zaman. Askerliğini bitirip geldiği günü dün gibi hatırlıyorum. Köye
gelişinin ikinci gününde, kendi köyünden kalkıp bizim eve gelmişti. O gece
bizde yattı. Anam sabah çorbanın yanında, yumurta ve süt de pişirmişti. Ben
altı veya yedi yaşındaydım. Anam omuzuma bir havlu koydu, elime bir tas verdi.
Dayımın eline su döktüm yüzünü yıkadı. Omzumdaki havluyu alıp yüzünü kuruladı. Havluyu
omzuma koyduktan sonra elini başıma uzatıp saçlarımı karıştırdı. Beraber içeri
girdik. Gömleğinin en üst düğmesini de vurdu. Direkte asılı olan kravatını
boynuna taktı. Ayna filan aramadı. Belki de bizde ayna olmadığını biliyordu.
Eliyle kravatı yokladı. Biraz daha çenesine doğru kaldırdı. Kravatın altındaki
kısa ve biraz daha ince olan yerini aşağıya doğru çekti. Tekrar eliyle yokladı
ve öylece bıraktı. İlk defa kravat görmüştüm. Hem de dayımda. Ne bahtiyarlık.
Ne övünç kaynağı...
Kravat önemli. İnsanı ağır
gösterir. İşleri kolaylaştırır. Mahmut’un boynunda kalın bir kravat, benim
ceketim ilikli olduğu halde Kurttepe’de taksiden indik. Cebimdeki dörde katlanmış kâğıdı kapıdaki bekçiye
gösterdik. Bekçi bize bir oda tarif etti. Kâğıdı tarif edilen odaya götürdük.
Odada ilk gördüğümüz adama uzattık dörde katlanmış olan kâğıdı. Adam kâğıdı
aldı. Okudu. Masaya bıraktı. ‘Evet, alabilirsiniz’ dedi. Bize bir yer tarif
etti. Tarif ettiği yer bulunduğumuz yere uzakmış, epey yürümemiz gerekirmiş. ‘Burada
yabancı birini gören herkes bir şeyler ister. Sakın kimseye bir şey vermeyiniz’
diye de sıkı sıkı tembih etti. Adama iyi günler dileyip tarif ettiği yere doğru
yürümeye başladık. Geniş bir araziye kurulmuştu bulunduğumuz yer. Yürüdükçe
birbirinden bağımsız, kimi ortalık yerde, kimi bulunduğumuz yeri çevreleyen
duvarlardan biraz içeride birçok binanın önünden geçiyorduk. Bazı binaların
odaları duvar yerine demir korkuluklarla çevrilmişti. Ve sesler geliyordu. Ses
gelen demir korkuluklu bir yerin önünde durduk. Biri söylüyor diğerleri
oynuyor. Otuz beş kırk yaşlarında bir oda dolusu insan. Söyleyen bizi gördü ve
söylemeyi bıraktı. Bize şöyle alaycı alaycı bir baktı, oynayanlara döndü, ‘Ooo…
Gelin, gelin… Kravatlı beyefendi gelmiş.’ dedi Mahmut’u göstererek. Ve hepsi
oyunu bırakıp korkuluklardan ellerini uzatıp sigara istemeye başladılar. Allah
kimselere akıl noksanlığı vermesin…
Hal bu ki, bizim almaya
geldiğimiz Ömer deli değil. Bir kavga olmuş köylerinde. Biri birini bıçaklamış.
Bizim Ömer, Konyalı Ömer de oradaymış. Bıçaklayan şımarık oğlan, ‘Ömer yaptı’
demiş. Sağdan soldan ‘Ömer yapmaz’ demişlerse de kime laf anlatacaksın,
jandarma Ömer’in elini zincirli kelepçe ile bağlayıp alıp götürmüş şehre. Ardından
da ‘Bu deli’ deyip Adana’ya yollamışlar. Anacağızı, Konyalı Emine ağlayıp
kalmış ortalıkta. Sağ olsun muhtar ilgilenmiş. Mahkemeye gitmiş. ‘Bu çocuk’
demiş ‘şu hepsi birbirine benzeyen çocuklar yok mu; hani minyon tipli, yürürken
kollarını aşağıya doğru sallandırarak yürüyen, saçları düz, kafaları küçük, diller
büyük, boyunları kalın, yüzleri güleç sendrom mu, davn mı işte onlardan. Babası
öldü. Anasının tek çocuğu kimi kimsesi yok’ demiş. Bu arada yaralanan kişi de
kendine gelmiş ve esas suçluyu söylemiş. Hâkim hemen karar yazmış yazmasına da
Ömer bir haftadır buradaymış.
Uzaktan gördük Ömer’i. Bir
duvarın dibine sinmiş, başı önüne düşmüş, bir şeyler mi düşünüyor yoksa şu
zavallı dünyada düşünecek bir şey var mı diye mi düşünüyor belirsiz. Öylece
duruyor. Yanına kadar vardık. Bizi fark etmedi. ‘Ömer’ dedik. Garip başını
kaldırdı. Kucaklaştık. Bir daha… Bir daha…
‘Hadi gidiyoruz’ dedik. Gözlerinden
akan yaşları silmek için en ufak bir çaba harcamadı. Sanki yer gök gözyaşlarını
görsün ister gibiydi. Oradaki hiç kimseye de bir şey demedi Ömer. Herkese
küsmüş gibiydi. Yolda yürürken bir bana bir Mahmut’a sarılıyordu yalnız.
Çıkış kapısına gelmeden bir yerde
şöyle durdu; ‘Dayı buradan şimdi tren geçer. O trene binmeyelim, bineni bir
daha indirmiyorlar. Geride kalanı da dövüyorlar.’ dedi.
Gerçekten de arkamızdan bir tren
geliyordu: En önde cuf cuf diye sesler çıkaran iri yarı bir adam, ardı sıra
belki yirmi belki otuz kişi arkadan birbirinin kemerlerinden tutmuş, ip gibi yürüyerek.”
NOT: Satılan, anlatılan ve
yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür.
Hiçbir kişi veya kurumla alâkası
yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder