HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI-KURTTEPE’NİN TRENİ /Hasan KEKLİKCİ

-Ooo… Hoş geldiniz hocam. Sizi fakirhanemizde görmek ne bahtiyarlık. Çoktandır görüşemedik.

-Estağfurullah, hoş bulduk. Uzun zamandır buradaki dostları ziyaret etmek aklımdaydı kısmet bu güneymiş. Sizin de dükkân açtığınızı duydum. Allah hayırlı mübarek eylesin. İyi düşünmüşsünüz. Nasıl, işler açıldı mı? Ha bu arada çam sakızı çoban armağanı şunu da şöyle bırakayım.

-Aaa… Zahmet etmişsiniz. Siz gelmişsiniz ya hediyeye ne gerek vardı. İşler iyi. Çok şükür umduğumuzdan daha güzel gidiyor. Şimdilik daha çok genç yazarlara malzeme veriyoruz. Verdiğimiz hikâyeler de yayınlanıyor. Sosyal medyadan takip ediyorum; gençlerin çoğu hikâyeleri fazla bir düzenleme yapmadan yayınlamasına rağmen güzel tenkitler, müspet okuyucu yorumları alıyorlar. Siz neler yapıyorsunuz?

-Bükten çıkıp karaçalıya girmek gibi bizimki, servisten inip otobüse biniyoruz. Ömrümüz yollarda geçiyor. Büyük şehir böyle maalesef. Otobüste, serviste kitap okumaya çalışıyoruz. Bazen öyle oluyor ki, bitirdiğim kitabın yazarını bile hatırlamıyorum. On kitap beni on adım ileriye taşımıyor. Besni’den götürdüğümüz malzeme biteli yıllar oldu. Laf aramızda onca tecrübeye rağmen bir şeyler yazmak için bilgisayarın başına geçip, gazete haberlerini okuyup geri kapattığımız oluyor. Bu arada gözüm de senin şu listene takıldı. Şu Kurttepe’nin Treni’nde ne var acaba? Nasıl olsa zamanımız bol. Bunu sizden dinleyelim. Evvela şunu buyurun.

-Lütfen hocam aramızda akçenin lafı olur mu? Bizi utandırmayın.

-Hayır. Hayır. Alın bunu ki, yarın bir gün telefonla malzeme istemeye yüzümüz olsun. 
    
-“Konyalı Emine elinde bir kâğıtla geldi oturdu çardağın ucuna. Kâğıdı babama göstererek, ‘Bu işi yapsa yapsa senin döller yapar ede. Zaten benim sizden başka da kimim var ki. Bir kuş bir çalıya sığınırmış ben de sana geldim. Ah edem karganın değneği mi olur. Ortalık yerde kala kaldım. Omar’ımı elimden aldılar.’ dedi.

Babam kâğıdı eline aldı. Baktı. Arkasını çevirdi arkasına da baktı. Sonra yazılı yerini çevirdi ‘Jandarma’ dedi sesi duyulur duyulmaz. Bana baktı. Sonra tekrar kâğıda baktı, ‘Kurttepe’ diye mırıldandı. Kâğıdı tekrar aldığı gibi dörde katladı. Dizinin üzerine bıraktı. ‘Sabah Mahmut’la beraber gidin.’ dedi ve dizine koyduğu dörde katlanmış olan kâğıdı bana uzattı.

Bindiğimiz otobüs öğleden sonra Adana otogarına girdi. Hava sıcaktı ama içimizdeki sevinci etkilemiyordu. Ben çalıştığım firmanın işleri ve sınavlarım vesilesiyle gelip gidiyorum buraya fakat Mahmut’un ilk gelişiydi. İlk gelişi olmasına rağmen, o da benim kadar biliyordu Adana’nın neresinde ne olduğunu. Bir kere, dayım burada subay gazinosunda askerlik yapmıştı. Sonra, köyün hemen hemen bütün erkekleri yazları Adana’ya pamuk sulama işine gelirdi. Kuru Köprüyü, Kum Palas Otelini belki bin kere dinlemiştik babamdan. Küçük Saati, Büyük Saati elimizle koymuş gibi bulabilirdik. Ve tren istasyonu. Hatta Yenice tren istasyonu bile belleğimizdeydi. Biraz kendimizi toparladıktan sonra kalacağımız otele doğru yürümeye başladık. Dayımın askerlik yaptığı Adana subay gazinosu otogarın hemen yanındaydı. Önünden geçerken bir müddet durup kapıda nöbet tutan askere baktık. Demek yirmi yıl kadar önce dayım bu askerin yerinde nöbet tutmuştu. Ne kadar da gençmiş o zaman. Askerliğini bitirip geldiği günü dün gibi hatırlıyorum. Köye gelişinin ikinci gününde, kendi köyünden kalkıp bizim eve gelmişti. O gece bizde yattı. Anam sabah çorbanın yanında, yumurta ve süt de pişirmişti. Ben altı veya yedi yaşındaydım. Anam omuzuma bir havlu koydu, elime bir tas verdi. Dayımın eline su döktüm yüzünü yıkadı. Omzumdaki havluyu alıp yüzünü kuruladı. Havluyu omzuma koyduktan sonra elini başıma uzatıp saçlarımı karıştırdı. Beraber içeri girdik. Gömleğinin en üst düğmesini de vurdu. Direkte asılı olan kravatını boynuna taktı. Ayna filan aramadı. Belki de bizde ayna olmadığını biliyordu. Eliyle kravatı yokladı. Biraz daha çenesine doğru kaldırdı. Kravatın altındaki kısa ve biraz daha ince olan yerini aşağıya doğru çekti. Tekrar eliyle yokladı ve öylece bıraktı. İlk defa kravat görmüştüm. Hem de dayımda. Ne bahtiyarlık. Ne övünç kaynağı...

Kravat önemli. İnsanı ağır gösterir. İşleri kolaylaştırır. Mahmut’un boynunda kalın bir kravat, benim ceketim ilikli olduğu halde Kurttepe’de taksiden indik.  Cebimdeki dörde katlanmış kâğıdı kapıdaki bekçiye gösterdik. Bekçi bize bir oda tarif etti. Kâğıdı tarif edilen odaya götürdük. Odada ilk gördüğümüz adama uzattık dörde katlanmış olan kâğıdı. Adam kâğıdı aldı. Okudu. Masaya bıraktı. ‘Evet, alabilirsiniz’ dedi. Bize bir yer tarif etti. Tarif ettiği yer bulunduğumuz yere uzakmış, epey yürümemiz gerekirmiş. ‘Burada yabancı birini gören herkes bir şeyler ister. Sakın kimseye bir şey vermeyiniz’ diye de sıkı sıkı tembih etti. Adama iyi günler dileyip tarif ettiği yere doğru yürümeye başladık. Geniş bir araziye kurulmuştu bulunduğumuz yer. Yürüdükçe birbirinden bağımsız, kimi ortalık yerde, kimi bulunduğumuz yeri çevreleyen duvarlardan biraz içeride birçok binanın önünden geçiyorduk. Bazı binaların odaları duvar yerine demir korkuluklarla çevrilmişti. Ve sesler geliyordu. Ses gelen demir korkuluklu bir yerin önünde durduk. Biri söylüyor diğerleri oynuyor. Otuz beş kırk yaşlarında bir oda dolusu insan. Söyleyen bizi gördü ve söylemeyi bıraktı. Bize şöyle alaycı alaycı bir baktı, oynayanlara döndü, ‘Ooo… Gelin, gelin… Kravatlı beyefendi gelmiş.’ dedi Mahmut’u göstererek. Ve hepsi oyunu bırakıp korkuluklardan ellerini uzatıp sigara istemeye başladılar. Allah kimselere akıl noksanlığı vermesin…

Hal bu ki, bizim almaya geldiğimiz Ömer deli değil. Bir kavga olmuş köylerinde. Biri birini bıçaklamış. Bizim Ömer, Konyalı Ömer de oradaymış. Bıçaklayan şımarık oğlan, ‘Ömer yaptı’ demiş. Sağdan soldan ‘Ömer yapmaz’ demişlerse de kime laf anlatacaksın, jandarma Ömer’in elini zincirli kelepçe ile bağlayıp alıp götürmüş şehre. Ardından da ‘Bu deli’ deyip Adana’ya yollamışlar. Anacağızı, Konyalı Emine ağlayıp kalmış ortalıkta. Sağ olsun muhtar ilgilenmiş. Mahkemeye gitmiş. ‘Bu çocuk’ demiş ‘şu hepsi birbirine benzeyen çocuklar yok mu; hani minyon tipli, yürürken kollarını aşağıya doğru sallandırarak yürüyen, saçları düz, kafaları küçük, diller büyük, boyunları kalın, yüzleri güleç sendrom mu, davn mı işte onlardan. Babası öldü. Anasının tek çocuğu kimi kimsesi yok’ demiş. Bu arada yaralanan kişi de kendine gelmiş ve esas suçluyu söylemiş. Hâkim hemen karar yazmış yazmasına da Ömer bir haftadır buradaymış.

Uzaktan gördük Ömer’i. Bir duvarın dibine sinmiş, başı önüne düşmüş, bir şeyler mi düşünüyor yoksa şu zavallı dünyada düşünecek bir şey var mı diye mi düşünüyor belirsiz. Öylece duruyor. Yanına kadar vardık. Bizi fark etmedi. ‘Ömer’ dedik. Garip başını kaldırdı. Kucaklaştık. Bir daha… Bir daha…

‘Hadi gidiyoruz’ dedik. Gözlerinden akan yaşları silmek için en ufak bir çaba harcamadı. Sanki yer gök gözyaşlarını görsün ister gibiydi. Oradaki hiç kimseye de bir şey demedi Ömer. Herkese küsmüş gibiydi. Yolda yürürken bir bana bir Mahmut’a sarılıyordu yalnız.

Çıkış kapısına gelmeden bir yerde şöyle durdu; ‘Dayı buradan şimdi tren geçer. O trene binmeyelim, bineni bir daha indirmiyorlar. Geride kalanı da dövüyorlar.’ dedi.

Gerçekten de arkamızdan bir tren geliyordu: En önde cuf cuf diye sesler çıkaran iri yarı bir adam, ardı sıra belki yirmi belki otuz kişi arkadan birbirinin kemerlerinden tutmuş, ip gibi yürüyerek.”
                                   


NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür.
Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder