Simsiyah takım elbisesi ve
bağlamayı yeni yeni öğrendiği kravatıyla şimdi tam bir beyefendi olmuştu.
Ayağındaki parlak kundurasının adım attıkça çıkardığı tok ses, inceden inceye
gururunu okşuyordu. Şehrin en prestijli şirketinde işe başlamıştı. Hatta
başlayalı daha birkaç ay olmuşken, tasarladığı lüks bir dairenin projesiyle
terfi almayı bile başarmıştı. Elbette diğer inşaat mühendisleri gibi
şantiyelerin tozunu toprağını yutarak başlamıştı bu işe. Ama kendini
diğerlerinden ayıran çok özel bir şey olmalıydı. Bu özel şey her ne ise
göğsünden başlayıp bütün vücudunu saran garip bir duyguya boğmuştu onu. İçinde
kabaran bu duygudan oldukça memnun bir şekilde boyası daha yeni kurumuş boş
evin parke döşeli koridorunda adımladı. Ellerini göğüs hizasında bağlamış,
dalgın bakışlarla evi süzüyordu. İçinden ‘Hayatımda her şey tek tek yoluna
girmeye başladı işte!’ diye düşündü, hafiften genzini yakan inşaat kokusu
eşliğinde.
Bu kış mevsiminden sonra
ilkbahara, nikâh tarihi aldıkları nişanlısıyla ev bakmaya gelmişlerdi buraya.
Nişanlısı onun kadar sakin duramıyordu. Heyecanla gülümseyerek bir odadan
diğerine geçiyor, eşyaları nasıl yerleştireceğinin planlarını yapıyordu.
Eşyalar çok ta önemli değildi onun için. Parası neyse verecek, eksiksiz bir
şekilde hepsinin en kalitelisini satın alacaktı zaten. Onun için önemli olan
evin batı cephesinin mi yoksa doğu cephesinin mi daha iyi olacağıydı. Tam
bunları değerlendirmeye girişmişken nişanlısının çığlığını duydu diğer odadan.
Birkaç saniyede aklından geçen bin bir ihtimalle koşuverdi yanına. Gördüğü
manzara karşısında kendisi de donakaldı. Evin arka odasının geniş penceresi,
ucu bucağı görünmeyen bir mezarlığa bakıyordu. Öyle ki, mezar taşları, domino
taşları gibi dizilmiş bir vaziyette sanki küçük bir dokunuşlarını bekliyordu
önlerinde. Nişanlısının sitem dolu sesi, kulağına öylece çarpıp geri dönüyor ve
boş evin duvarlarında yankılanıyordu.
-Sen beni buraya getirirken hiç
mi bakmadın bu evin konumuna? Ben bu evde asla oturmam!
Şirketteki bir arkadaşlarının
tavsiyesiyle onu buraya getirdiğini, kendisinin de bu mezarlıktan haberinin
olmadığını açıklamak istedi. İstedi istemesine ama dili düğümlenmiş, bakışları
donuklaşmıştı. Üzerine çöken ölüm katılığını bir türlü çözememiş,
açıklayamamıştı. Zaten nişanlısı da bu açıklamaları beklemeden koşar adımlarla
çıktı odadan. Belki de diğer cephelerdeki dairelere bakmak üzere…
Ani duygu değişimine sebep olan
bu durum, gelecek hayalleri kuran bu kadını ziyadesiyle etkilemişti. Haklıydı
da. Sevdiği kadın, ömrünün ilkbaharında rengarenk çiçekler yeşertmeyi
düşlerken, zamanı mıydı şimdi bu manzaranın? Nişanlısı daha bembeyaz
gelinlikler giyecekti. Oysa şimdi, beyaz bir kefen gibi toprağı örtmüş kar,
nişanlısının bütün çiçeklerini bir anda soldurmuştu sanki. Ölüm… Ah Ölüm.
Ağızların tadını kaçıran ölüm… Ne hayallerden anlıyor ne de planlardan.
Genç adam bunları düşünmeye
dalmışken, mezar taşları arasındaki hareketliliği fark etti. Bir baba, beş altı
yaşlarındaki oğlunun elinden tutmuş bir halde, mezarlığın koridorunda
yürüyordu. Belli ki babası, oğlunu ölümle tanıştırmaya getirmişti, tıpkı kendi
babası gibi… Babasının serçe parmağını sıkı sıkıya kavrayarak, onunla birlikte
ilk kez mezarlığa geldikleri günü hatırladı. Dedesini ziyarete geldikleri o
günü. Korkmuş muydu o gün? Hayır hayır! Nasıl korkabilirdi ki? Dedesi vardı
orda, babasının çok sevdiği babası! Aslında korkudan çok, yoğun bir merak
duygusunun ruhunu sardığını hatırlıyordu o güne dair. Babasına peş peşe sorduğu
meraklı sorularını…
-Baba!
-Efendim oğlum.
-Şey… Bir şey sorabilir miyim?
-Sor bakalım.
-Dedemi Allah mı öldürdü baba?
-Şey… Evet oğlum.
-Peki, bu insanları da mı Allah
öldürdü baba?
-Şey… Evet oğlum.
-Şeyy, Yani böyle demek doğru
değil ama… Yani ben biliyorum Allah kötü biri de değil ama… O zaman Allah niye
bir sürü insanı öldürmüş baba?
Masum bir çocuğun dünyasına
girerek en temiz ve sade bir şekilde ona Allah’ı anlatabilmek. Kelimelerin bile
kirlendiği şu dünyada kolay bir iş olmasa gerekti. Babası bu zor sorulara
verdiği cevaplarla onun minik yüreğine Allah’ı sığdırmaya çalışmış ona ölümü ve
ahireti anlatmıştı. Daha önce hiç duymadığı bir âlemin varlığını… O âlemde
rahat ve huzur içinde yaşayabilmek için daha bu dünyadayken oraya götürmek
üzere güzel bir ev inşa etmeleri gerekiyordu. Babası öyle anlatmıştı ona. Öyle
bir ev ki; onu bu dünyanın bütün kötülüklerinden koruyabilsin. Hem güzel hem de
sapasağlam bir ev inşa etmek…
Çocukken babasına, bitmek
tükenmek bilmeyen sorular soruyordu. Babası ise hiçbir boşluk kalmasını
istemeden tane tane cevaplıyordu sorularını. Bu cevaplar damla damla yüreğine
akarken, içinde bir yerlerde sağlam bir toprağa, o güzel evin temelini çoktan
atmışlardı. Babasıyla birlikte attıkları bu temel için kullandıkları harç, iman
harcıydı. Duvarları örerken de kullanacakları bu harcı babası hazırlamıştı.
Ömür sermayesiyle satın aldıkları tuğlaları tek tek kullanarak duvarları örmeye
başladılar. Kendisi tuğlaları diziyor, babası ise tuğlaların arasına harcı
koyuyordu. Böylece duvarlar 7-8 sıra yükselmişti ki babası bir gün bu evi
ayakta tutmak için sağlam direklerin olması gerektiğini söyledi. En güzelinden
dosdoğru 5 tane direk alıp evin merkezine oturttular. Gün geldi, bu eve
çelikten bir kapı taktılar. Babası çelik kapının anahtarını oğluna teslim
ederken bu anahtarları kalbinin en özel yerine saklaması için sıkı sıkıya
tembihledi. Kimseye vermeyeceğine dair söz vererek babasından anahtarları aldı
ve sakladı.
Gün geldi, bu ev için pencereler
taktılar. Ah bu pencereler. Ne kadar sağlam kapatsa da bazen nazenin bir rüzgârın
zorlamasıyla bile aralanabiliyordu. Bu aralıktan süzülerek giren rüzgârın içerde
fırtınalar koparıp, evi tarumar etmesinden çok korkuyordu. Babası bu durum
içinde oğlunu uyarmıştı. ‘Oğlum, bu pencereleri içerden sıkı sıkıya tutacak bir
yoldaş, bir yardımcı bulmalısın!’ diye.
Çatı! Belki de en önemlisi çatıyı
yerleştirmekti. Babasının gönlünde, yeşil yaprakları sağlamca bir iple örerek
bir çatı yapmak vardı. Yağmur yaş girmesin diye bu dünyadaki terazilerin
tartamayacağı kadar ağır yapraklardan örülmüş bir çatı. Ama ne var ki babası
daha duvarları bile bitmemişken, her zaman anlattığı o âleme taşınmıştı, kendi
evine… Oğlunun evini çok istediği o en güzel boyayla boyayamadan, göçüp
gitmişti bu dünyadan. Evin inşaatını bu genç adamın omuzlarına bırakarak…
Babasından sonra tek başına
örmeye çalıştığı duvarları hatırladı. Tuğlaları diziyordu dizmesine ama harcını
koymayı unuttuğu günler oluyordu. Yaşadığı büyük küçük depremler de direkleri
iyiden iyiye çatlatmıştı bile. Eyvah! Bu ev bir yıkılsa! Ah bu yıkılış… Ömrün tükenip ölmesi miydi
insanın? Yoksa harçsız bir duvar örmek, ölümün ta kendisi miydi? İnsanı iflasa
sürükleyen…
Genç adam bu çaresiz çırpınışları
içinde kendini şairin bahsettiği babanın 3. Oğlu gibi hissetti. Doğunun 3.
Oğlu…
Bugüne kadar yaptığı, tasarladığı
lüks daireleri düşündü. Bir ağacın gölgesinde bir müddet dinlenip sonra bırakıp
gidecekleri bu dünyayı fazla ciddiye almışa benziyordu. Şirkette, şantiyelerde
kendini kaybedercesine hırsla çalıştığı günleri hatırladı. Terazisi tutmayan
çok duvarlar yıktırmıştı mükemmeli yakalamak için. Bu duvarların mükemmelliği
için bu kadar yorulurken içindeki harabeye dönmüş inşaatı düşündü.
Bu düşünceler genç adamın
vücudunun kaskatı kesilmesine sebep olmuştu. Yüzü ise kireç gibi bembeyazdı.
Mezarlığı görmeden önce vücudunu saran kibir, çoktan orayı terk etmiş yerini
soğuk bir katılığa bırakmıştı. Beyninden başlayıp parmak uçlarına kadar inen
acılı bir krampa tutulmuştu sanki. Ayakları kilitlenmişti.
Bu haline bir çıkış bir kurtuluş
ararken hislerinin derinliklerinden, kendini daha önce de tıpkı böyle sarsmış
bir hikâye düştü zihnine. Yankısını birkaç gün içinde taşıyıp daha sonra unutup
gittiği o hikâye… Şantiyede çalıştığı yıllarda duvar ustaları birbirlerine
ibretle anlatırken kulak kabartıp dinlemişti.
“Çok eskilerde bir duvar ustası
yaşarmış. Bu adam hayatın telaşesi peşinde koşarken ömrünü duvar örmekle
geçirmiş. Ömür bu ya elbet tükenecek. Gel gör ki ölüm sarhoşluğu bu adamı da
kıskıvrak yakalayıvermiş. Eski bir sedirin üzerinde öylece uzanmış, ölümün
verdiği bir sıkıntı hali içinde çırpınıp duruyormuş. Adamcağız bir türlü canını
teslim edemez bir halde, yüksek sesle “Harç ver! Taş ver! Harç ver! Taş ver!”
diye sürekli sayıklıyormuş. Bu sayıklamalar günlerce sürmüş. Evlatları da bu
duruma bir çare bulamamışlar. Yıllarca beraber çalıştıkları eski bir dostu bu
adamın ahvalini duyunca çok üzülmüş. Hemen dostunun yanına gelmiş, durumun
vahametini gözleriyle görünce işin hikmetine vakıf olmuş. Yavaşça dostunun
yanına yaklaşmış ve kulağına eğilerek;
“Heyy Mehmet Usta! Artık PAYDOS!”
demiş. Adam ancak bu sözle ruhunu teslim edebilmiş.
Genç Adam! Sana da PAYDOS!
“Kıyamet gününde bir kul şu dört
şeyden hesaba çekilmedikçe ayakları yerinden kımıldamaz.
Ömrünü nerede tükettiğinin,
Gençliğini nerede eskittiğinin,
Malını nereden kazanıp, nereye
harcadığının,
Öğrendiği ilmiyle neler
yaptığının. (Tirmizi, Kıyame,1)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder