PAYDOS / Hatice ÇİMEN


Simsiyah takım elbisesi ve bağlamayı yeni yeni öğrendiği kravatıyla şimdi tam bir beyefendi olmuştu. Ayağındaki parlak kundurasının adım attıkça çıkardığı tok ses, inceden inceye gururunu okşuyordu. Şehrin en prestijli şirketinde işe başlamıştı. Hatta başlayalı daha birkaç ay olmuşken, tasarladığı lüks bir dairenin projesiyle terfi almayı bile başarmıştı. Elbette diğer inşaat mühendisleri gibi şantiyelerin tozunu toprağını yutarak başlamıştı bu işe. Ama kendini diğerlerinden ayıran çok özel bir şey olmalıydı. Bu özel şey her ne ise göğsünden başlayıp bütün vücudunu saran garip bir duyguya boğmuştu onu. İçinde kabaran bu duygudan oldukça memnun bir şekilde boyası daha yeni kurumuş boş evin parke döşeli koridorunda adımladı. Ellerini göğüs hizasında bağlamış, dalgın bakışlarla evi süzüyordu. İçinden ‘Hayatımda her şey tek tek yoluna girmeye başladı işte!’ diye düşündü, hafiften genzini yakan inşaat kokusu eşliğinde.

Bu kış mevsiminden sonra ilkbahara, nikâh tarihi aldıkları nişanlısıyla ev bakmaya gelmişlerdi buraya. Nişanlısı onun kadar sakin duramıyordu. Heyecanla gülümseyerek bir odadan diğerine geçiyor, eşyaları nasıl yerleştireceğinin planlarını yapıyordu. Eşyalar çok ta önemli değildi onun için. Parası neyse verecek, eksiksiz bir şekilde hepsinin en kalitelisini satın alacaktı zaten. Onun için önemli olan evin batı cephesinin mi yoksa doğu cephesinin mi daha iyi olacağıydı. Tam bunları değerlendirmeye girişmişken nişanlısının çığlığını duydu diğer odadan. Birkaç saniyede aklından geçen bin bir ihtimalle koşuverdi yanına. Gördüğü manzara karşısında kendisi de donakaldı. Evin arka odasının geniş penceresi, ucu bucağı görünmeyen bir mezarlığa bakıyordu. Öyle ki, mezar taşları, domino taşları gibi dizilmiş bir vaziyette sanki küçük bir dokunuşlarını bekliyordu önlerinde. Nişanlısının sitem dolu sesi, kulağına öylece çarpıp geri dönüyor ve boş evin duvarlarında yankılanıyordu.

-Sen beni buraya getirirken hiç mi bakmadın bu evin konumuna? Ben bu evde asla oturmam!

Şirketteki bir arkadaşlarının tavsiyesiyle onu buraya getirdiğini, kendisinin de bu mezarlıktan haberinin olmadığını açıklamak istedi. İstedi istemesine ama dili düğümlenmiş, bakışları donuklaşmıştı. Üzerine çöken ölüm katılığını bir türlü çözememiş, açıklayamamıştı. Zaten nişanlısı da bu açıklamaları beklemeden koşar adımlarla çıktı odadan. Belki de diğer cephelerdeki dairelere bakmak üzere…

Ani duygu değişimine sebep olan bu durum, gelecek hayalleri kuran bu kadını ziyadesiyle etkilemişti. Haklıydı da. Sevdiği kadın, ömrünün ilkbaharında rengarenk çiçekler yeşertmeyi düşlerken, zamanı mıydı şimdi bu manzaranın? Nişanlısı daha bembeyaz gelinlikler giyecekti. Oysa şimdi, beyaz bir kefen gibi toprağı örtmüş kar, nişanlısının bütün çiçeklerini bir anda soldurmuştu sanki. Ölüm… Ah Ölüm. Ağızların tadını kaçıran ölüm… Ne hayallerden anlıyor ne de planlardan.

Genç adam bunları düşünmeye dalmışken, mezar taşları arasındaki hareketliliği fark etti. Bir baba, beş altı yaşlarındaki oğlunun elinden tutmuş bir halde, mezarlığın koridorunda yürüyordu. Belli ki babası, oğlunu ölümle tanıştırmaya getirmişti, tıpkı kendi babası gibi… Babasının serçe parmağını sıkı sıkıya kavrayarak, onunla birlikte ilk kez mezarlığa geldikleri günü hatırladı. Dedesini ziyarete geldikleri o günü. Korkmuş muydu o gün? Hayır hayır! Nasıl korkabilirdi ki? Dedesi vardı orda, babasının çok sevdiği babası! Aslında korkudan çok, yoğun bir merak duygusunun ruhunu sardığını hatırlıyordu o güne dair. Babasına peş peşe sorduğu meraklı sorularını…

-Baba!

-Efendim oğlum.

-Şey… Bir şey sorabilir miyim?

-Sor bakalım.

-Dedemi Allah mı öldürdü baba?

-Şey… Evet oğlum.

-Peki, bu insanları da mı Allah öldürdü baba?

-Şey… Evet oğlum.

-Şeyy, Yani böyle demek doğru değil ama… Yani ben biliyorum Allah kötü biri de değil ama… O zaman Allah niye bir sürü insanı öldürmüş baba?

Masum bir çocuğun dünyasına girerek en temiz ve sade bir şekilde ona Allah’ı anlatabilmek. Kelimelerin bile kirlendiği şu dünyada kolay bir iş olmasa gerekti. Babası bu zor sorulara verdiği cevaplarla onun minik yüreğine Allah’ı sığdırmaya çalışmış ona ölümü ve ahireti anlatmıştı. Daha önce hiç duymadığı bir âlemin varlığını… O âlemde rahat ve huzur içinde yaşayabilmek için daha bu dünyadayken oraya götürmek üzere güzel bir ev inşa etmeleri gerekiyordu. Babası öyle anlatmıştı ona. Öyle bir ev ki; onu bu dünyanın bütün kötülüklerinden koruyabilsin. Hem güzel hem de sapasağlam bir ev inşa etmek…

Çocukken babasına, bitmek tükenmek bilmeyen sorular soruyordu. Babası ise hiçbir boşluk kalmasını istemeden tane tane cevaplıyordu sorularını. Bu cevaplar damla damla yüreğine akarken, içinde bir yerlerde sağlam bir toprağa, o güzel evin temelini çoktan atmışlardı. Babasıyla birlikte attıkları bu temel için kullandıkları harç, iman harcıydı. Duvarları örerken de kullanacakları bu harcı babası hazırlamıştı. Ömür sermayesiyle satın aldıkları tuğlaları tek tek kullanarak duvarları örmeye başladılar. Kendisi tuğlaları diziyor, babası ise tuğlaların arasına harcı koyuyordu. Böylece duvarlar 7-8 sıra yükselmişti ki babası bir gün bu evi ayakta tutmak için sağlam direklerin olması gerektiğini söyledi. En güzelinden dosdoğru 5 tane direk alıp evin merkezine oturttular. Gün geldi, bu eve çelikten bir kapı taktılar. Babası çelik kapının anahtarını oğluna teslim ederken bu anahtarları kalbinin en özel yerine saklaması için sıkı sıkıya tembihledi. Kimseye vermeyeceğine dair söz vererek babasından anahtarları aldı ve sakladı.

Gün geldi, bu ev için pencereler taktılar. Ah bu pencereler. Ne kadar sağlam kapatsa da bazen nazenin bir rüzgârın zorlamasıyla bile aralanabiliyordu. Bu aralıktan süzülerek giren rüzgârın içerde fırtınalar koparıp, evi tarumar etmesinden çok korkuyordu. Babası bu durum içinde oğlunu uyarmıştı. ‘Oğlum, bu pencereleri içerden sıkı sıkıya tutacak bir yoldaş, bir yardımcı bulmalısın!’ diye.

Çatı! Belki de en önemlisi çatıyı yerleştirmekti. Babasının gönlünde, yeşil yaprakları sağlamca bir iple örerek bir çatı yapmak vardı. Yağmur yaş girmesin diye bu dünyadaki terazilerin tartamayacağı kadar ağır yapraklardan örülmüş bir çatı. Ama ne var ki babası daha duvarları bile bitmemişken, her zaman anlattığı o âleme taşınmıştı, kendi evine… Oğlunun evini çok istediği o en güzel boyayla boyayamadan, göçüp gitmişti bu dünyadan. Evin inşaatını bu genç adamın omuzlarına bırakarak…

Babasından sonra tek başına örmeye çalıştığı duvarları hatırladı. Tuğlaları diziyordu dizmesine ama harcını koymayı unuttuğu günler oluyordu. Yaşadığı büyük küçük depremler de direkleri iyiden iyiye çatlatmıştı bile. Eyvah! Bu ev bir yıkılsa!  Ah bu yıkılış… Ömrün tükenip ölmesi miydi insanın? Yoksa harçsız bir duvar örmek, ölümün ta kendisi miydi? İnsanı iflasa sürükleyen…

Genç adam bu çaresiz çırpınışları içinde kendini şairin bahsettiği babanın 3. Oğlu gibi hissetti. Doğunun 3. Oğlu…

Bugüne kadar yaptığı, tasarladığı lüks daireleri düşündü. Bir ağacın gölgesinde bir müddet dinlenip sonra bırakıp gidecekleri bu dünyayı fazla ciddiye almışa benziyordu. Şirkette, şantiyelerde kendini kaybedercesine hırsla çalıştığı günleri hatırladı. Terazisi tutmayan çok duvarlar yıktırmıştı mükemmeli yakalamak için. Bu duvarların mükemmelliği için bu kadar yorulurken içindeki harabeye dönmüş inşaatı düşündü.

Bu düşünceler genç adamın vücudunun kaskatı kesilmesine sebep olmuştu. Yüzü ise kireç gibi bembeyazdı. Mezarlığı görmeden önce vücudunu saran kibir, çoktan orayı terk etmiş yerini soğuk bir katılığa bırakmıştı. Beyninden başlayıp parmak uçlarına kadar inen acılı bir krampa tutulmuştu sanki. Ayakları kilitlenmişti.

Bu haline bir çıkış bir kurtuluş ararken hislerinin derinliklerinden, kendini daha önce de tıpkı böyle sarsmış bir hikâye düştü zihnine. Yankısını birkaç gün içinde taşıyıp daha sonra unutup gittiği o hikâye… Şantiyede çalıştığı yıllarda duvar ustaları birbirlerine ibretle anlatırken kulak kabartıp dinlemişti.

“Çok eskilerde bir duvar ustası yaşarmış. Bu adam hayatın telaşesi peşinde koşarken ömrünü duvar örmekle geçirmiş. Ömür bu ya elbet tükenecek. Gel gör ki ölüm sarhoşluğu bu adamı da kıskıvrak yakalayıvermiş. Eski bir sedirin üzerinde öylece uzanmış, ölümün verdiği bir sıkıntı hali içinde çırpınıp duruyormuş. Adamcağız bir türlü canını teslim edemez bir halde, yüksek sesle “Harç ver! Taş ver! Harç ver! Taş ver!” diye sürekli sayıklıyormuş. Bu sayıklamalar günlerce sürmüş. Evlatları da bu duruma bir çare bulamamışlar. Yıllarca beraber çalıştıkları eski bir dostu bu adamın ahvalini duyunca çok üzülmüş. Hemen dostunun yanına gelmiş, durumun vahametini gözleriyle görünce işin hikmetine vakıf olmuş. Yavaşça dostunun yanına yaklaşmış ve kulağına eğilerek;

“Heyy Mehmet Usta! Artık PAYDOS!” demiş. Adam ancak bu sözle ruhunu teslim edebilmiş.

                                                  Genç Adam! Sana da PAYDOS!

“Kıyamet gününde bir kul şu dört şeyden hesaba çekilmedikçe ayakları yerinden kımıldamaz.

Ömrünü nerede tükettiğinin,

Gençliğini nerede eskittiğinin,

Malını nereden kazanıp, nereye harcadığının,

Öğrendiği ilmiyle neler yaptığının.  (Tirmizi, Kıyame,1)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder