DESTE BAŞI DESTANI/Mehmet Ensar ÖZDEMİR-Mehmet BOZDAĞ-Osman Emre HACIARAP-Hasan BAZI-Mehmet Enbiya UZDİL-Mustafa Cihan ALLİŞ-Ahmet Turan BAYRAKTAR-Lütfi ENGİZEK-Ufuk TÜRK

 


15 Mayıs 2025 ve 20 Mayıs 2025 tarihleri arasında, Mehmet Yaşar ve Mehmet Ensar Özdemir İstanbul, Bursa, Ankara şehirlerinde dostlarını; Çanakkale’de ise Ali Hocam’ı ziyaret etmiş ve aşağıdaki 9 yazı tek dost seyahatinde bin dostluk vakası olarak kaleme alınmıştır.

Şehirler arası yolculuklar Mehmet Yaşar’a refik olan Mehmet Ensar Özdemir tarafından anlatılmış olup kalın ve italik yazılmıştır.

Maraş-İstanbul

Ağabeyimiz, dostumuz, deste başımız, hikmet erbabı, teneffüs ettiği her anı feyz-i ilimle, letafet-i edeble müzeyyen kılan, kelâmıyla gönüllerin huşu bulduğu, Nevmiyye Tarikatının Ulu Şeyhi Mehmet Yaşar ile dört günde dört şehir ziyaret etme gayesiyle yola düştük.

15 Mayıs Perşembe günü ikindi üzeri dükkânın mesul müdürü Hacı Ahmet Deliboz Emiroğlu’nun bizleri evlerimizden alıp havaalanına bırakmasıyla yolculuğumuz başladı. Seyahatimizde yük olmaması için yanımıza sadece yüreklerimizi ve sırt çantalarımızı aldık. Bu sayede havaalanlarında valiz sıralarına da girmeden direkt uçağa bindik. Uçağın havalanmasının ardından ikramların yenmesine müteakip Mehmet Yaşar Ağabey istirahate çekildi. Uçağın İstanbul semalarından alçalışa geçip tekerlerin yere değmesine kadar mübarek gözlerini dinlendirdi.



MARAŞ’TAN İSTANBUL’A/MEHMET ENSAR ÖZDEMİR

Akşam ezanının okunduğu vakitlerde İstanbul Havalimanı’na vardık. Metro ile Zincirlikuyu’ya ulaşıp, dolmuşla Beşiktaş Meydanı’na indik ve nihayet Üsküdar vapuru ile Üsküdar’da bizleri bekleyen Şahin Aslan, Mehmet Bozdağ, Hasan Bazı ve Osman Emre Hacıarap ile buluştuk.

Ara sokaklarda bir çaycıda dostlarla hemhal olurken nereden kimden haber aldı bilinmez Sakarya’da görev yapan Oflu Süleyman Ağabey de sokakların birinden çıkageldi. Geleceğimizi haber alınca Mehmet Yaşar Ağabey’in sohbetine nail olmak, himmet istemek için izin aldığını söyledi (bizlere izin aldığını söyledi ama görev yerini terk etmiş de olabilir).

Gece yarısını geçen saatlere kadar Üsküdar’da oturduktan sonra istirahat etmek için Osman Emre’nin Maltepe’de bulunan öğrenci evine İyidereli bir taksiciyle geçtik. Yolda geçen 20 dakikalık süre boyunca İyidereli taksici ile ve Oflu Süleyman Ağabey’in birbirlerine takılmalarını dinledik.

İyidereli taksicinin Oflu Süleyman Ağabey’in dil şişkinliğini bir nebze almış olmasını umarak Osman Emre’nin evine vardık. Ancak ne var ki beklediğimiz gibi olmadı. Oflu Süleyman Ağabey’in yolda sadece dilini ısındırdığını, kendini eve sakladığını gördük. Sohbeti tek başına döndürüp kendi sorduklarına kendi cevap vererek konuştu da konuştu. Mehmet Yaşar Ağabey’in her halinden anlaşılan rahatsızlığı anlayamayan Oflu Süleyman Ağabey, Osman Emre’nin ev arkadaşı olan Doğu Türkistanlı İmran’a ayıp olmasın diye ikaz edilemedi. Sabah gün ışıyana kadar konuşmaya devam eden Oflu Süleyman Ağabey, dinleyicilerin bitap düşüp birer birer uykuya dalmasıyla sözlerine kısa bir ara verdi.

Sabahına uyuduğumuz güne cumaya bir saat kala uyandık. Aceleyle hazırlanıp cuma namazını Sultanahmet’te kılmak gayesiyle Mehmet Yaşar, Oflu Süleyman Ağabey ile fakir, yola düştük. Ezanla beraber meydana ulaştık. Cuma’yı eda edip meydanın hemen yanı başında olan Kızlar Ağası Medresesi’nde bulunan Türkiye Yazarlar Birliğinin İstanbul Şubesi’ne de uğrayarak Gülhane üzerinden Eminönü’ne indik. İstanbul Kitapçısı’ndan birkaç hediyelik defter alan Mehmet Yaşar Ağabey kısa bir mühlet istirahatte bulunarak soğuk portakal suyunu afiyetle içtiler.

Eminönü’nden Üsküdar’a vapurla geçip bizleri yine sahilde bekleyen dostlarla buluştuk. Önceki günkü dostların yanına, nezaket ve zarafetinden mülhem Kürt Prens dediğimiz Veysel Alpaslan, Özbekistanlı Bilal Turan ve Mahmut İslam Bilir de katılmıştı. Hemen meydana yakın, gürültüsü, uğultusu az çaycılardan birine oturduk. Dostlarla hemhal olduk. Oflu Süleyman Ağabey’in çok şükür ki cumartesi günü izin alamamasından dolayı tekrar görev yeri olan Sakarya’ya geçmesi gerekti. Müsaade isteyip kalktı. Hava kararmaya başlayınca Kürt Prens Veysel’in ısrarlarına yenik düşerek (en azından istemediği) bir lokantada hep beraber akşam yemeği yedik. Ardından yine meydana yakın olan Abbara’ya geçip gece geç saatlere kadar muhabbet ettik. Ertesi gün işi gücü olan, uzakta oturan dostların evlerine geçmek için müsaade istemesiyle Mehmet Yaşar Ağabey, Osman Emre, Hasan Bazı ve fakir kaldık.

Gece yarısından sonra istirahat etmek için Osman Emre’nin evine geçtik. İki gündür verdiğimiz rahatsızlıktan her ne kadar Osman Emre memnun olmasa da ev arkadaşı İmran geldiğimize pek sevinmişti. Önceki gün Oflu Süleyman Ağabey’den kendisine fırsat gelmeyen İmran, Mehmet Yaşar Ağabey’e sabah vaktine kadar sorular sordu, onunla hasbihal etti. Fakir, ertesi gün Çanakkale’ye yola çıkılacağından ve uyku pîrimiz Mehmet Yaşar gibi yolculuk esnasında gözlerini dinlendiremediğinden gece 1-2 civarında uyudu. Sohbete dahil olamadı.

KAÇAK DÜKKÂN GÜNLÜKLERİ / MEHMET BOZDAĞ

Efendim, son zamanlarda İstanbul’un dostluk miligramı hiç eksilmiyor, çok şükür. Önce Lütfi Edem’in İstanbul ziyareti, ardından Bursa’da Cihan Ağabey’in himayesinde gerçekleştirdiğimiz Çanakkale’deki Ali Hocam’ı ziyaretin etkilerini hâlâ derinden hissederken, Hasan Edem’den bir haber aldım.

Şiir piyasasının murabba şairi, “Mr. Voice” mahlasıyla ün salmış, her ne kadar Deli Orman’dan göç ettiğini iddia etse de Ahmet Abi’nin deyimiyle “Semerkant Türk’ü” Mehmet Yaşar’ın İstanbul’a geleceğini öğrendim.

1.gün

Semerkant Türkü’ne Ensar Abi’nin yoldaşlık etmesinden dolayı bazı fikirler türedi. Türlü ticari anlaşmalar bir bir düşünüldü. Ensar Abi avukatlığı bırakıp menajerlik işine mi bulaştı acaba diye akıllardan geçti sanıyorsam. Bu düşünceler bir yana dursun, fakir ve gurbetteki dostlar her türlü bahaneye rağmen Mehmet Abi’yi ve yoldaşı Ensar Abi’yi bir vesile görebilecek olmanın mutluluğunu yaşadık. Mehmet Abiler uçakla İstanbul semalarında süzülürken Hasan Edem ile Üsküdar sahilde buluştuk. Hasan Edem herhangi bir ticari durumun olmadığına dost ziyareti olduğuna inandırdı beni. Hülasa edemle 2 kişilik bir karşılama komitesi olarak hazır bekliyorduk. Nihayet vapur yanaşıp kalabalık arasından Mehmet Abileri gözümüz seçti. Onlar bize biz onlara doğru adımladıkça tanıdık başka simalarla karşılaştık. Şahin Abi ve oğlu Üsküdarî Ertuğrul, bizim karşılama komitemizden hızlı davranıp Mehmet Abi’nin koluna girivermişler. Sayımızla beraber sevincimiz de artıp boğaza taşar gibi oldu resmen. Kol kola girip, gün evvelinden belirlediğimiz çay ocağına doğru adımladık. Ensar Ağabey’in üniversite talebelik yıllarında, okul yolunun uğrak duraklarından biri olan “Köleti” fırınından da birkaç nevaleyi alıp çayın yanına katık ettik. Mehmet Abi’nin İstanbul’da mukim bir arkadaşı ve edem Emre’nin de katılımıyla meclisimizin coşkusu iyice arttı. Mehmet Abi adeta bir orkestra şefi gibi, herkesin gönül sesinin tınısına kulak verdi; hâl hatır sordu, gönül aldı. Fakir, devam eden stajyer öğretmenliğinden dolayı ilk günün akşamı erken ayrılmak zorunda kaldı. Benim kalkmamla boş kalan sandalyeye Oflu Süleyman Abi oturmuş, bunu da sonradan dostlardan işittim.

2.gün

Ertesi sabah erkenden staj okuluma gidip görevimi icra ettim. Gözleri saatte, teneffüs zilinin çalmasını bekleyen öğrencilerim gibi ben de bir an önce akşam olmasını bekliyordum. Nihayet akşam olunca, Mehmed Abilerle mübarek cuma günü kaçak dükkânı kurmuş olduk. Dükkânın nasibi kimde olduğu belli olmadığı gibi kaçak dükkânın da nasibi sahibini buluyor elbet. Bir önceki geceye ek olarak Mahmut İslam Bilir, Kürt Veysel ve Özbek Bilal ağabeyler de dahil oldu. Oflu Süleyman’la Mahmut Abi’nin aktüel gündemlere dalma hevesi bazı anlarda küçük baygınlıklar yaratsa da Veysel ve Bilal Abilerin tatlı zarflaşmaları, kaçak dükkânın insicamını korumayı başardı. Sahilin biraz iç tarafında kalan yine Ensar Abi’nin talebelik yıllarını geçirdiği hatta yüksek tahsil yaptığı Ağa Türk Mutfağında yemeğimizi yedik. Yemekten sonra uzun uzun oturabileceğimiz, çaycı tacizlerinin olmadığı, gürültüsüz bir mekân arayışına girdik. Eski rağbetinin azaldığını düşünerek, kimsenin rahatsız etmeyeceği ve garsonların bile masaya gelmeye üşeneceği geniş bahçesinde bir köşeye kurulabiliriz diye “Abbara”da oturmayı teklif ettim. Ancak bu kadar yanılabilirdim doğrusu. Mekâna adım atmamızla birlikte, sebebini ilk anda kestiremediğimiz bir kalabalığın içine düştük. Kalabalığın arasından ekranlardan tanıdık bir sima belirince mesele çözüldü. Neyse efendim, biz yine de dostlarımızla kendi köşemize kurulduk; devalı tütünlerimizi tüttürüp, şifalı çaylarımızı yudumladık. Gecenin sonuna doğru yarın mühim işleri olanlarla vedalaşıp Osman Edem’in evine geçtik. Meclisimizin düşen yaş ortalamasıyla beraber Mehmed Abi ile muhabbet edebilme fırsatı yakaladık. Uykusuzluk bizim için pek mühim değildi, ama Ensar Abi, “Dünyanın zulmünden uykunun gafleti yeğdir” diyen uyku şeyhinin öğretilerine sadık kalarak erkencecik uyuyuverdi. Osman Emre’nin ev arkadaşı, Doğu Türkistanlı İmran içinse bu gece, kaçak da olsa “dükkân” kavramıyla tanıştığı ilk gece oldu. Ertesi sabah yağan rahmet yağmurlarıyla birlikte Mehmet Abileri Sabiha Gökçen’den Bursa’ya uğurladık. Hasan edemle birlikte Üsküdar’ın yolunu tuttuk. Yağmur şiddetini artırınca bir mekâna sığınıverdik. Bir anlığına da olsa gurbeti unutturan bu dost ziyareti, Mehmet Abilerin vedasıyla birlikte yeniden kendini hissettirdi.

Mehmet Abi’ye ve Ensar Abi’ye, uzakları yakın eden, gönülleri buluşturan bu güzel ziyaretleri için yürekten teşekkür ederim.



CEZAYİR MENEKŞESİ / OSMAN EMRE HACIARAP

Mehmed Yaşar ve Ensar Abi İstanbul’a geldi. Şahin Abi, Ertuğrul, Hasan Bazı, Mehmet Bozdağ ve bendeniz Emre Hacıarap Üsküdar’da buluştuk. Ensar Abilerin eski evine yakın, selam sabahın verilmediği bir sokakta, çay ocağında oturduk. Ensar Abi, yanında getirdiği simit ve poğaçaları masadaki herkese ikram etti. Onun dışında hiçbir şey yemediler. Kebap da yemediler. Sadece simit ve poğaça.

Hasan Bazı bir kitap eleştirisi yazıyormuş. Kitaptan bahsederken Mehmed Yaşar’ın misafiri Silvan Abi, kitabın yazarı çıktı. Hepimiz şaşırdık. Sonra şaşkınlığımızı çok devam ettirmeden tekrardan tütün içmeye koyulduk. Gece, ilerleyen saatlerde yorgunluğunu bizim üzerimize atmaya başlamışken Oflu Süleyman Abi’nin yolda olduğunu söylediler. İsmini çok duydum ama hiç karşılaşmadım.

Çok hızlı bir giriş yaptı. Hepimize sıkı sıkı sarıldı. Sin kaflı övgülerde bulundu. Sigara ikram etti.

Mekân sahibi Zargana Dayımız müsaade istedi ve bizi dükkanından ücreti mukabilinde uğurladı. Metro ve Marmaray seferlerini kaçırdığımız için taksi çevirdik. Taksici Karadenizli çıktı. Oflu Süleyman Abi ile bolca konuştular. Hatta Of’un oradaki İyidere’nin isminin nereden geldiğini anlattı. Kanlı bir hikâyeydi.

Eve vardığımızda Mehmed Yaşar, Umay’ı çok sevdi. Umay, kedim. Kendisi tekir.

Namaz kıldık, çay içtik. Oflu Süleyman Abi ve Ensar Abi, desibeli yüksek sohbetler gerçekleştirdi. Mehmed Yaşar da Umay’ı sevdi.

Sabaha doğru ev arkadaşım İmran, Mehmed Yaşar’ı şiir okurken kameraya aldı. Mehmed Yaşar, Oflu Süleyman Abi’nin en sevdiği şiiri okudu. Şiir okunurken Oflu Süleyman Abi, kederli bir şekilde sigara içti.

Sabah ben işe gittim. O yüzden buraları bilmiyorum.

Akşam 7 gibi esnaf lokantasında, Mehmed Yaşar, Ensar Abi, Şahin Aslan, değerli oğlu, Traktör forması giyen Ertuğrul (Traktör’ün şampiyonluğunu buradan kutluyorum ve anneme selam söylüyorum) – Mehmed Bozdağ (sınava hazırlık yapıyor), Hasan Bazı (hâlâ bildiğimiz gibi), Veysel Abi (fiziki kalp doktoru), çok acil anlarda uçakla uçup hastaya müdahale eden gezgin doktor abi (ismini hatırlayamadım) ile buluştuk.

Ardından Abbara adlı bir mekâna geçtik. Tiyatro kapısının önüne çöreklendik. Bolca sohbet ve muhabbet ettik. Çok güldük. Çok güldüğümüz için tiyatro oyuncuları tarafından uyarıldık.

Mehmed Yaşar ve Ensar Abi, bende kalmayacaklarını dile getirdiler. Fakat olumsuz hava koşulları sebebiyle bizde yatmaya mecbur kaldılar.

Gece sonunda hep beraber, sarhoşlarla dolu Kadıköy metrosuyla eve döndük. Evde şarkı dinledik ve sohbet ettik. Ensar Abi erken uyudu.

İstanbul’da dört yıla yaklaştım. En mutlu olduğum günlerden biri bu iki gündü. Teşekkür ederim.



GURBET SIZISI / HASAN BAZI

Hayatın cilvesi ki, bütün o keşmekeşten, karmaşadan, gurbet şartlarından uzaklaşmak için birkaç dostla muhabbet etmek kâfi oluyor. Semerkand Türk’ü Mehmed Yaşar Ağabey ve refiki çarşı şeyhi Ensar Abi, İstanbul’a geldiler. Gelmeleri ile İstanbul’daki, gurbetteki dostları da görmek nasip oldu. Kimler gelmedi ki Oflu Süleyman Ağabey, Devecili’den Mahmut İslam Ağabey, Söğüt’ten Şahin Aslan Ağabey… velhasıl gurbette olan dostlar Mehmed Yaşar Ağabey’i görmeye katar katar geldiler. Maraş’tan bir dost gelince biz gurbetteki dükkâncılara her kaldırım taşı, her çay ocağı, her yer dükkân oluyor.

O gün dükkân mumu hiç sönmedi. Gecenin geç saatlerine, seher vaktine kadar muhabbet bağında dostun yamacında hemhâl olduk. “Dostun gül cemali cennettir bana” demiş türküde dostlu türküler, dostlu günler ne güzel Ahmet Abi!...

İstanbul-Bursa-Çanakkale

Asıl gayemiz İstanbul’dan direkt Çanakkale’ye Ali Hocam’ın yanına feribot vasıtasıyla geçmekti. Yapmış olduğumuz araştırmalar neticesinde İstanbul’dan Çanakkale’ye feribot seferinin olmadığını öğrendik. Biz de en azından yine feribot olsun, Çanakkale olmasın Bursa olsun, oradaki dostlar bizleri alır Çanakkale’ye oradan geçeriz diye düşündük. Önceki geceden yerimizi ayırttık biletlerimizi aldık. Ancak evvelsi gün İzmir dolaylarında başlayan fırtınanın İstanbul’a doğru seyriyle gece yarısında İstanbul-Bursa feribot seferlerinin iptal olduğu mesajı geldi.

Bunun üzerine Bursa’ya ya da Çanakkale’ye otobüsle gitme seçeneklerini düşünürken en son Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan 15-30 dakikada bir kalkan Bursa otobüslerinin bizler için daha iyi olacağı kanaatine vardık. Bu sebeple yine Osman Emre’nin evinde kaldık.

17 Mayıs Cumartesi günü sabah kalkıp Mehmet Ağabey ile havaalanına doğru metro ile yola çıktık. Bizleri havaalanına kadar uğurlamaya Hasan Bazı ve Mehmet Bozdağ geldi. Feribot seferlerinin de iptal olmasıyla otobüslerde oluşan yoğunluktan ancak 1 saat sonraki 11.30 otobüsünde bilet bulabildik. Hasan Bazı’yı ve Mehmet Bozdağ’ı daha fazla bekletmemek için zoraki yolladık ve Mehmet Ağabey ile yine baş başa kaldık. Bursa’ya vardığımızda Mehmet Abi’yi muavinin yardımı ile uyandırabildim. Bursa’dan bizleri alan dostlar Mustafa Cihan Alliş ve Ahmet Enbiya Uzdil ile Çanakkale istikametine yola çıktık.



DOSTLUK NE BÜYÜK BİR NİMET/AHMET ENBİYA UZDİL

Yolca uzun, şehir sayısınca bol bir düğün sonrası balayı gezisi içerisinde yeni başladığım evlilik hayatının ilk bekar günlerini yaşayacağım birkaç günlük bir boşluk vardı. Dostlarla yaptığımız sohbetlerde düğün tarihi kadar, belki daha fazla, üzerinde konuştuğumuz bu bekar günleri için çeşitli planlar yapmaya aylar öncesinden başlamıştık. Takvimler bu tarihe yaklaştıkça planlarda değişmeler, belirsizlikler ve iptal olma ihtimalleri gündeme gelmiş de olsa bütün bu olumsuzluklara rağmen yönümü Bursa’ya doğru çevirip yolculuğa kaldığım yerden devam etmeye niyet ettim. Bereketini hemen görmeye başladığım bu niyetin ilk meyvesi Emirhan oldu.

Bütün kötü kokusunu lodosun da yardımıyla yüzüme yüzüme vuran İzmir’den ayrılmak üzere yola çıkacakken, vapur seferlerinin iptal olması üzerine benim gibi Karşıyaka’da mahsur kaldığını sonradan öğrendiğim Emirhan, fakiri aradı. İzmir’in çorak tepelerine doğru bakarak dilimin ucuna gelen fena sözleri birbiri ardına sarf etmeye hazırlanırken gelen bu telefon üzerine tarifsiz bir sevinçle doldum. Eskişehir’de ya da Balıkesir’de olduğunu zannettiğim Emirhan meğer birkaç kilometre ötemdeymiş.

Cihan’ın, gurbet ellerde -hele ki İzmir gibi bir yerde- bana göz kulak olsun, gerektiğinde yoldaşlık edip hersimi alsın diye kardeşini peşimden gönderdiğini fark etmedim değil tabi. Tam infilak etmek üzereyken imdadıma yetişen bu dost Bursa’ya kadar fakire nezaret etti. Allah ikisinden de razı olsun.

Çeşitli benzerlikleri sebebiyle kendisinin olmadığı yerde kendisine vekalet etmeyi en çok hak eden kişi olan kardeşi vasıtasıyla Cihan edem çeşit çeşit laf verip yol boyunca dükkân türküleri dinletti fakire. Önce dilimi sonra da gönlümü zamanın afetlerinden sakındırdıktan sonra yolculuk hitama erdi ve dostumuz akşam ezanı okunduktan bir süre sonra hane-i saadetlerine kabul buyurdu.

Bir süre kendisiyle hoş sohbet edip hasret giderdikten sonra ertesi güne dinlenmiş olarak uyanmak üzere dükkânın kalkış vakti henüz geçmişken istirahate çekilmeye karar verdik. Çünkü her şey daha yeni başlıyordu. Yarın aziz ve kıymetli ağabeyimiz Mehmet Yaşar yanında Murat Yücel Ağabey’in çarşı şeyhi olan Ensar ile birlikte Bursa’ya geliyordu. Öğlen vaktine doğru onları otogardan alıp bir hocamdan birincisine doğru gitmek üzere yola revan olacaktık.

Yolcuları almaya öğlen vakti gideceğimiz halde sabah erken denebilecek bir vakitte uyanıverdik. Hazırlanırken kalbimiz bayram kıyafetlerini giyip gezmeye gidecek olan çocukların kalbi gibi neşeyle atıyordu. Şehr-i Maraş’ta henüz birkaç gün önce birlikte olmamıza rağmen bu ayrılığımız süresince fakir bile haddi olmayarak Bursa’ya teşrif etmek üzere olan dostları çokça özlemişti. Otogara doğru yola çıktığımızda başta gerginlikten halden hale giren sonrasında ise muzipliğinden yerinde duramayan Cihan edemin hislerini ise varın siz düşünün. Otogara geldiğimizde otoparka arabayı koymama müsaade etmeyerek yolcular dışarı çıkıncaya kadar otogarın önündeki devasa göbekte fakire tur üstüne tur attırması bu heyecanın ve muzipliğin bir nişanesi olarak hafızamda yer etti.

Sonunda arabayı müsait bir yere park edip otogardan çıkan Mehmet Ağabey ve Ensar’la kucaklaştık. Dostlarla bir araya gelmenin verdiği esriklik hiçbir vakit değişmiyordu. Ayaklarımız yere basmadan yeni yolculuğumuz için hızlıca arabaya doğru yol aldık. Bu sırada yolcularımızın ikisinin de hali birbirinden farklıydı. Ensar’ın gözleri yorgunluktan ve uykusuzluktan kıpkırmızı olmuştu. Sanki bütün yol boyunca otobüsü kendisi kullanmıştı. Yol arkadaşıyla yolculuk yapıyor olmanın iştahına kapılarak sohbeti uzatıp Mehmet Ağabey’i uykusuz bıraktığı fikri bir an yüreğime korku düşürmedi desem yalan olmaz. Ancak Mehmet Ağabey’in iyice uykusunu alıp yatağından yenice kalkmış, yüzündeki yastık izleriyle etrafı izleyen bir çocuk safveti ve doygunluğu ile bizlere nazar ettiğini görünce bu vesveseden kurtuluverdim. Meğer Mehmet Ağabey henüz şoför marşa basmadan önce ilim tahsiline başlamış; Ensar’ın ve muavinin yoğun gayretleri neticesinde de Bursa otogarında gözlerini açmış.

Nihayet Bursa otogarından Çanakkale’ye, Çanakkale’den öte ve Çanakkale’yi aşan bir manaya, bir hocamın birincisine doğru yolculuğa başladık. Salikleri imtihandan geçirmek için olduğunu düşündüğüm yolculuğumuzun başındaki ağır yağmurlu hava, yolda ilerledikçe normal yağışa döndü. Biraz daha ilerledikçe kara bulutlar dağıldı, arabaları savuran rüzgâr kesildi, yağmur dindi. Güneş tenimizi yakmadan bizi ısıtmaya ve civarın manzarasını ışıtarak içinde bulunduğumuz dostluk tablosunun tuvalini boyamaya başladı.

Çanakkale’ye yaklaştıkça öğle namazı vaktinin daralması sebebiyle namazı nerede eda edeceğimiz konusunda farklı fikirler ortaya atılmaya başlandı. Bir kısım dostlar bir an önce Ali Hocamın yanına varmak için sabırsızlandığından namazı gider gitmez Ali Hocamın hane-i saadetlerinde kılalım, yollarda daha fazla vaktimizi geçirmeyelim istiyorlardı. Bir kısım dostlar ise seferi olmamız sebebiyle hemen iki rekât namazı ilk karşımıza çıkan yerde kılıp Ali Hocamla olan oturumumuzun bölünmemesini arzu ediyordu. İhtilaf böyle sürüp giderken Lapseki ilçesine ulaştık. Saliklerin bu imtihanda tökezlediği görülmüş olacak ki denizin kenarında bembeyaz ve ışıl ışıl bir cami olan “Şehitler Camii”nin önünde kendimizi bulduğumuzda namazı eda edeceğimiz yerin burası olduğunu anlayarak apar topar arabadan inip namaza koştuk.

Namazdan sonra tekrar arabaya binip Mehmet Ağabey’in işareti üzere türkü açmaya başladık. Yolculuk boyunca türkü dinlemenin nasıl olup da aklımıza gelmemiş olduğunu hala anlayabilmiş değilim. Herhalde bu da yolun getirdiği hallerden bir haldir diyerek türküler eşliğinde gönlümüzü gamlandırarak Ali Hocamın eşiğine vardık.

Sitenin dışına arabamızı park ettik ancak siteden içeri girmedik. Sanki bütün yolu orada öylece beklemek için gelmiş gibi tevazu içinde durmaya başlayan Cihan bizim paldır küldür içeri girmemize mâni oldu. Yol yorgunluğumuzun dinmesi ve vücudumuzun yatışması için birer tütün ikram etti. Daha önce de bir kafile adama mihmandarlık ederek Ali Hocamı ziyarete gelmiş olması sebebiyle dediklerine itiraz etmeden uyduk. Nihayet hepimizi uzun uzun süzdükten sonra geldiğimiz bilgisini telefonla hocama arz etti.

Kısa bir müddet sonra Ali Hocam mütebessim bir çehre ile bahçenin içerisinde göründü. Sitenin girişine kadar gelerek bizleri içeri aldı. Fakire dönerek “Hayırlı olsun Enbiya” buyurdu. “Ne geziyorsun bunlarla buralarda?” dedi. Hocamın bu sorusuna “Dostlarla balayına çıktım hocam” diyerek karşılık vermem üzerine hep birlikte gülüştük.

Eve çıktığımızda hepimizde Ali Hocam’a misafirliğe gelmiş olmanın sevinci ve mahcubiyeti vardı. Bizleri salona aldıktan sonra Hocam bir müddet gözden kayboldu. Sonrasında elinde bir tepsi ve tepsinin içinde su bardakları ve su şişesiyle birlikte yeniden göründü. Bütün itirazlarımıza rağmen bizlere teker teker su ikram etti. Ardından yine teker teker halimizi hatırımızı sorması üzerine sohbet etmeye başladık. Sohbet sırasında acaba Ali Hocam’dan haber bekleyen dostlara muştulu bir haber eriştirir miyiz diye altı yıldır süren Ali Hocam gurbetimizin ne zaman nihayete ereceğini sorduk. Çok şükür muştulu bir göç niyetinin alınmış olduğunu, inşallah bu yaz Şehr-i Maraş’a avdet edeceklerini öğrenmiş olduk. Soruyu sorarken yüzümüzde beliren kaygı yerini neşeye bırakıverdi.

Çok şeyler konuşuldu. Sohbet ilerledikçe Muzaffer Hocam hakkındaki güncel aleyhleri aktarmayı da tabi ihmal etmedik. Ardından odada serbest dolaşan bir muhabbet kuşu dikkatimizi çekti. Kimsenin kendisine dokunmasına müsaade etmeyen; kâh çiçeklerin arasında, kâh da avizenin üstünde durarak meclisteki konuşmaları dinleyen bu kuş hakkında açık duran balkon kapısından sebep Hocam’a sual ettik. Hocamın mütebessim bir çehre ile “Çok uğraşıyorum ama kaçmıyor” demesi üzerine akılsızlıkla itham edilerek kuş beyinli sözünün kullanılmasına sebep olmasına rağmen Hocam’ın sohbetini dışardaki dünyanın özgürlüğüne tercih eden bu kuştaki akla gıpta ettik.

Bir müddet daha sohbet ettikten sonra Hocam karnımızın acıktığını anlamış olacak ki “Haydi bakalım yemeğe geçelim” diyerek bizleri mutfağa buyur etti. Mehmet Ağabeyin Kemalpaşa tatlısını sevdiğini bile unutmadığını fark edip hayretler içerisinde kaldığımız Ali Hocam’ın patatessiz bir tava hazırlattığını fark ettiğimizde şaşkınlığımız bir derece daha arttı. Zira Mehmet Ağabey’imiz dostların malumu olduğu üzere patatesi zinhar ağzına sürmemektedir.

Yemekler yenilip sofradan kalkıldıktan sonra ikindin güneşinin aydınlattığı uzun ince balkona geçip oturduk. Tütün ve çay eşliğinde başlayan balkon sohbetimiz akşam namazı vaktinin ortalarına kadar kesintisiz devam etti. Ali Hocam yöneltmiş olduğumuz soruları bıkıp usanmadan cevaplıyor; her cevabında medeniyet ihyası yolunun kendi kalbimizden geçtiği gerçeğini hatırlatıyor, toplumun ancak Allah’ın ipine sarılmak ile felaha ereceğini ikaz ediyordu.

Akşam namazı da kılındıktan sonra yoldaşlarımın kalkmaya niyetlerinin olmadığını anlamaya başladım. Ali Hocam da bu yönde bizleri teşvik ediyordu gerçi. Geceyi burada geçirmemizi teklif etmenin yanında sabaha kadar sohbet edebileceğimizi de ısrarla dile getiriyordu.

Fakir şarjının bitmesi üzerine yarım saat kadar kanepenin üzerinde uyuklamış. Ali Hocamın kahve teklifini duyar duymaz kalkış vaktinin yaklaştığını anlayıp apar topar uyandığımda Hocam’ın “Ne olacak bir tuşa basacağım kendi kendine olacak” dediğini işitmişti. Ali Hocam’ın kendi elleri ile kahve yapmayı teklif etmesi üzerine biz ne yapacağımızı ne diyeceğimizi bilemedik. Sonrasında işi hane halkına ısmarlayarak bizi mahcubiyetten kurtaran Hocam gelen kahveleri kendi elleri ile bize ikram etmekten yine de geri durmadı.

Bir yandan devam eden sohbetimizin içinde Cihan bu kez biraz daha değişik bir soru sordu Ali Hocam’a. “Hocam biz şimdi hikâye yazıyoruz ya bu amelimizin karşılığı nedir acaba? Neden yapıyoruz bunu, gerekli midir?”. Daha önce hiç düşünmediğimiz ama sorulunca da cevabını merak ettiğimiz bu soru hakkında Hocam gayet ciddi bir şekilde çeşitli yönlerinden mevzuyu izah etti. Sonra mütebessim bir çehre ile “Ben okuyorum onları dostluk filan deniyor içinde hoşuma gidiyor” dedi. Cihan aldığı cevaptan tatmin olmuş olmalı ki gözlerinin içi güler halde etrafına bakınmaya başlamıştı bile.

Vakit gece yarısını çoktan geçmiş, dükkânın kalkış saatine yaklaşmıştı bile. Bizler artık dönüş yoluna geçmek için müsaade istedik. Hocam bizleri sitenin dış kapısına kadar götürdü, her birimize tek tek sarılarak bizleri uğurladı. Sabah namazı vakti girmek üzereyken ulaştığımız Bursa’ya kadar Mehmet Ağabey ile Ensar ilimle meşgul oldular. Cihan arabayı sürerken fakir de elinden geldiğince Cihan’a laf vermeye/yetiştirmeye çalışıyordu. Eve geldiğimizde Mehmet Ağabey’i yine elbirliği ile uyandırıp arabadan indik.

Ali Hocam’dan ayrılmanın hüznü ile dostlarla hep bir arada olmanın sevincini aynı anda yaşayarak namazdan sonra biraz daha sohbet ettik, ardından uykunun tatlı kollarına kendimizi bıraktık.

Çok şükür, dostluk ne büyük bir nimet.

DOSTLUK DİLE GELECEK / MUSTAFA CİHAN ALLİŞ

Cihan Gurbeti-2

Bursa

Balkon Konuşması

Bizim oralarda balkonlar neredeyse ev kadar olur. Hatta bazı evlerin 3 ya da 4 cephesinden birden geniş ve tek parça bir balkonla sarıldığı görülür. Dedem 90’larda apartman denilebilecek 4 katlı bir ev yaptırırken anneannemin ısrarları neticesinde planda değişiklikler yaptırıp 3 cepheyi saran balkondan 2 oda daha çıkartmış buna rağmen dairelerin 3 cephesinde de kocaman birer balkon kalmıştır. İklimin sıcaklığı, müstakil köy hayatının bazı gerekliliklerinin de çok katlı binalarda devam etmeye çabalaması, kadınlı erkekli kalabalık ve yatılı misafirlerin sıklığı üzerine bir de tütüne karşı hassasiyetlerin artışı gibi birçok sebep Fransızca kökeniyle hiçbir bağı olmamacasına bu geniş balkonların varlığını sürdürmesini sağlamıştır.

Dörtyol ile kıyaslanamasa da yüreğimin ve ruhumun memleketi Maraş’ta da balkonlar geniş ve ferahtır. Şöyle ki, ortalama bir evin balkonu 15 ila 25 dostu aynı anda ağırlamaya ve çay tütün içerken laf vermeye müsaittir. Maraş’ta birçok dost ziyareti de balkonda başlar balkonda biter, bütün yarenlikler balkonda icra edilir.

Balkon hatıraları bambaşka bir başlık fakat bir Ömer Seyfettin hikayesi olan Forsa’ya, Mehmet Yaşar okuduğu zaman, gözlerimizin dolabileceğini bir balkonda öğrendim.

Bursa’da, evli fakat barksızken yuvamızı kuracak evimizi birçok hikâyede olduğu gibi 2 anne 2 baba ve yeni evli bir çift olarak arayıp durduk. Herkesin kendince ölçütleri, mantıklı açıklamaları, kıyasları, tecrübeleri vardı. Benimkiler ise bunca insan içinde neredeyse kimse tarafından dikkate alınmıyordu. Deli Dumrul’u biraz da burada anladım.

1- Allah muhafaza bir depremde ayakta kalsın.

2- Dostlar geldiğinde rahat rahat oturacak bir balkonu olsun.

Bu dostane ve saf geniş balkon arzum bazı emlakçıların ellerinde kalan saçma tasarımlı evlerle birleşince vakit kaybı cinsinden gezmelerimiz oldu. “Teraslı” denilerek büyük bir heyecanla gittiğimiz evin terasının kapısının olmadığını emlakçı da bizimle beraber öğrendi. “Tam istediğin gibi. Ev kadar balkonu var.” denilen bir başka evin ise ev uzunluğunca fakat 2 insanın yan yana geçemeyeceği incelikte bir balkonu olduğunu gördük. Dostları buraya Elbistan ameliyesi gibi dizemeyeceğimi söyledim fakat ne anlaşıldım ne de anlaşılmayı bekledim.

Günler geçtikçe “Kaç kişi gelecek ki? Kim gelecek ki? Kaç kere gelecekler ki? …” gibi vicdansız soruların şiddetli tesirlerinden kaçınarak olana razı oldum. 1 yıldır neredeyse tüm vaktim bu küçük balkonda tütünle, kitapla ve dostlarla telefonda konuşarak geçiyor.

Balkon Kavuşması

Boşanmaya Gelen Çiftleri Barıştırmaya Çabalayan Avukat Enbiya Uzdil ve kardeşim Emirhan 16 Mayıs dükkân gecesi güzel bir tevafuk neticesinde İzmir’de buluşup Bursa’ya dilimin şişine yetiştiler. Geç saatlere kadar arada telefon ya da mesafe gibi bir illet olmadan 2 dost ile balkonda muhabbet ettik.

Ertesi sabah ise Enbiya ile Bursa Terminali’ne varıp İstanbul’dan gelen dostları kucaklayarak daha dumanımız tüterken kendimizi Ali Hocam’ın 5 kişilik balkonuna yetiştirdik.

Balkon Sarılması

Geç bir vakitte Enbiya Uzdil, Ensar Özdemir ve Mehmet Abi ile Çanakkale’de Ali Hocam’a sarılıp vedalaştık. Sabah namazı vakti fakirin evine vardık. Ali Hocam’dan gelmiştik.

Ali Hocam ki yüreği ümmet ve memleket ile çarpan dostların teskin olduğu, içinde yitip gidilecek devasa soruların kendisine yöneltildiği anda ufacık kaldığı, nüktenin nükte, vaktin bereket olduğu bir sırdır.

Birbirimize sarılmak için sebebe ihtiyacımız yoktu ama zamansız sarılmalarımızın bahanesi üç beş saat evvel Ali Hocam’a sarılmak oldu.

Evde, anamız bir babamız bir ve çok şükür dilimiz bir Emirhan dost ve onun yakın dostu genç şair Bedirhan uyumaktaydı. Kader onların dostluk şiirini yazarken kafiyeden de geri durmamıştı. Kanepeler, yer yatakları dost dolup taşmış Hz. Ali’nin “Dost edinin, onlar sizin için dünya ve ahiret sermayesidir.” sözünü kendimce tüm bereketiyle hanemde, gönlümde ve inşallah ahiretimde hissetmiştim.

Hz. Ali’nin bu sözünü biraz yanlış anlıyor oluşundan şüphelendiğim Ensar hemen yatmış, sırlarını ortaya dökmeye kıyamadığım Enbiya ise bir süre sonra uyku ibadetine çekilmişti. Bu sırada evin kedisi Tütsü hangi mübareğe kendimi sevdirsem diye dört dolanmaktaydı.

Güneş doğmaya yaklaşmışken Mehmet Abi ile bu küçük balkonda baş başa kalmıştık.

Mehmet Abi…

Mesleğinin ve sanatının bir kısmı “takdim etmek” olan Mehmet Abi’yi takdim etmek dostlarla yıllardır çaba göstermemize rağmen muvaffak olamadığımız oldukça çetrefilli bir mesele. Mehmet Abi’yi takdim edebilmek için Türkçe’nin derin sırlarına hatta sanatlarına, Türk tarihinin kahramanlarına, Mehmet Abi’nin yarenliklerine, yüreğimizin yanımızda olmasına, ruhumuzdaki sızıya, dilimizdeki türkülere, gönlümüzdeki şiirlere, göze sezdirilmeden silinen gözyaşına, Ahmet Eralp’e belki biraz Ufuk Türk’e… ihtiyacımız olduğunu söyleyebilirim. Ama O’nu takdim edemem. Dostluk tarihi boyunca yakıştırma yahut teşbih üzerinden denemeler yapılmış fakat “Semerkand Türk’ü, Sanat Güneşi, Deste Başı…” ifadeleri derinlikleri olmasına rağmen yeterli olmamıştır. Mehmet Abi de farklı sıfatlarla süslenebilecek olsa da sadece “dost” ya da “dildaş” olmakla yetinmiş hatta bu dostluklar için hep şükretmiştir.

Mehmet Abi’nin bizlerle paylaştığı her an Ali Hocam’ın “Adam Olmak” yazısı başlığı, manası ve neticesi ile zihnimde okunurken Muzaffer Hocam’ın “Aşkı ve öfkesi olmayan insan adam olmaz.” sözü ta içerilerimde yankılanır. En çok da Ahmet Doğan Abi’nin “Hüzün” ü topyekûn bir huzuruyla Mehmet Abi’nin gözlerinden kalbime hücum eder. Böyle anlarda sarılmaktan ya da susmaktan başka bir şey gelmez elimizden.

Sabahın ilerleyen saatlerine kadar Mehmet Abi ile vaktin sükunetine eşlik eder gibi yarenlikler ettik. Güneş henüz doğarken ve yağmur çiselerken sokaklarda sessiz adımlar ve enkaz başlarından kalma gözyaşları ile ağır ağır yürüdük. Birbirimizi teselli etmeden birbirimizle teselli olduk.

Balkon Avunması

Bursa’da cami avlularında her çeşit insanın oturup çay içebildiği, ağaç gölgelerinde soluklanabildiği, dostlarıyla ya da tek başına vakit geçirebileceği çay ocakları yaygındır. Biz de Bursa’da ikamet eden şair, radyocu, tiyatrocu, marketçi Kadir Aydın ve eski şair, susan dev, kuyumcu Davut Uysal ile Bursa Fatih Sultan Mehmet Camii avlusunda buluşmak üzere sözleşmiştik. Emirhan ve Bedirhan da buradaki muhabbete dahil oldular. Meclisteki şair ve genç yoğunluğu Mehmet Abi’yi şiirler okumaya ve gençler özelinde hepimize gönül dersleri vermeye teşvik etmiş olacak ki Mehmet Abi; Enbiya’nın, Davut’un, Bedirhan’ın hatta Kadir Aydın’ın “Beni Ona Ne Diye” şiirini bile seslendirip şiir üzerinden birçok bahisler açtı. Ben şiirden anlamam. Sadece ilk gençlik yıllarımda oldukça hevesliydim. Hasan Ejderha Emmim’in 12 yıl evvelki “ ‘Ben de bir zamanlar şiir yazardım.’ dersiniz. Ve bu çok acı bir cümledir.” İkazını bu masada Mehmet Abi şairlere hitap ederken bir cihetiyle daha anladım. Fakat ben de sanki şiir yazacakmışım gibi dinledim.

Muhabbete yalnızlık ve gurbetle andığım balkonda hep beraber devam ettik. Bedirhan bağlama ayarına getirdiği gitarla bize dükkân türküleri ikram ederken Mehmet Abi Evin Mahremi Olmak’tan, Yunus Emre Divanı’ndan, Ömer Seyfettin’den, Yoldaki Kalemler’den okudu da okudu. Bu “Neredeyse Dükkân Balkonu”ndaki vecdim, Ahmet Abi’yi anar oldu. Öyle ki sonraki günler “Dün dostlarla burada oturup hasbihâl etmiştik.” “İki gün evvel balkonda dükkân yapmıştık.” “Üç gün evvel Memmet Abi ile burada ağlaşmıştık.” diye sayıklar oldum.

Mahşerde dostluk da dile gelecek ve ben dostluktan birçok hatıra gibi bu balkonu da anlatmasını niyaz edeceğim.

Allah; bize Ali Hocam yolunu açan Lütfi ve Hasan Bazı’dan, Mehmet Abi’ye refakat edip neredeyse Türkiye turu yaptıran Ensar’dan, Bursa dildaşım olan Davut’tan, Enbiya’dan, bizlere her daim dostluk talimi ettiren Mehmet Abi’den, Anadolu’nun en batısına gelerek dostların yolunu da buralara düşüren Ali Hocam’dan ve cümle dostlardan razı olsun.

 20.05.2025

Bursa-Ankara

İstanbul’da Bursa otobüsünü beklerken Hasan Bazı ve Mehmet Bozdağ’ı gönderdikten sonra kısa bir vakit boşluğumuz olmuştu. Bu kısa süre içerisinde daha önce 8 saatten fazla otobüs yolculuğu yapmağım için Bursa-Kahramanmaraş otobüsünde 15-16 saatlik yolculuğuna nasıl tahammül edeceğimi kara kara düşünüyordum. O esnada aklıma Ankara’da mola verme imkanımızın olabileceği geldi. Mehmet Ağabey’e salı sabahı işe vaktinde gitmek zorunda olup olmadığını biraz da zarflı şekilde sordum. Zarfıma cevaben meraklanıp “Neden ki?” dedi. 20 Mayıs sabah 9’da Kahramanmaraş’a inecek olan Ankara uçağından bahsettim. 19 Mayıs günü sabah Bursa’dan Kahramanmaraş otobüsüne bineceğimize Ankara otobüsüne binip ikindi vaktinde Ankara’ya ulaşıp dostlarla Hamamönü’nde buluşup geceyi de Ufuk Türk’te geçirebileceğimizi biraz da şapırdatarak anlattım. Anlattıklarım Mehmet Ağabey’i cezbetti. Ağzından bir anda “Yav ben müdürle konuşur hallederim, Ufuk Türk’ün evi müsait miymiş ola” cümleleri döküldü. Hemen Ufuk Türk’le görüşüldü. Yozgat’a gitmediği, hanelerinde istirahat ettikleri teyit edildi ve bir anda daha Bursa’ya geçmeden Ankara-Kahramanmaraş uçak biletleri alınmış olundu.

Bursa seyahatimizin sonunda Ankara otobüsüne bindiğimizde otobüsünün muavini Mehmet Ağabey’e ayrı bir hürmet gösteriyordu. Herkese surat asıyor bize ise güler yüzünü sunuyordu. Yolculuğumu boyunca ikramlarda bulunuyor sanki Mehmet Ağabey’in gönlünü hoş tutmak istiyordu. Mehmet Ağabey bu durumu fark etmemiş gibi davranıyor belki de benim ağzıma laf vermek istemiyordu. İkramlar arasında tüm yolculuğumuzda olduğu gibi Mehmet Ağabey istirahate çekiliyor mübarek gözlerini dinlendiriyordu.

Dostlar bizi Aşti’de beklerken otobüs beklenmedik şekilde Polatlı’da mola verdi. Öğleni namazı için Mehmet Ağabey’i uyandırdım, abdest alıp o sırada dinlenme tesisinde namaz kılan cemaate yetiştik. Bizler seferi imam bulduk diye sevinirken imamın dört rekât kıldıranına denk geldiğimizi fark ettik ama artık iş işten geçmişti.

Moladan sonra Mehmet Ağabey, istirahatteyken kendisini arayan Nizipli Yahya Hoca’ya ve Antepli Ali Usta’ya döndü. Telefonla konuşurken bir anda yüz ifadesi değişen Mehmet Ağabey’e kötü haber verilmişti. Hasdanış Turizm’in iflas etmişti. Yıllardır seferlerine devam eden ve birçok dostun umreye gitmesine vesile olan şirket bir anda yok olmuştu. Mehmet Ağabey’e sürekli telefonlar geliyor ya da kendisi birilerini arıyordu. Mehmet Ağabey de daha evvel bu firmayla Umre’ye gittiği için kendisine danışıp Umre’ye yazılanlara karşı derin bir mahcubiyet duyuyordu. Kahramanmaraş’a varınca elde avuçta ne varsa satacağını dostların, büyüklerimizin zararlarını karşılayacağını anlatıyordu. Kalan yolu bir dost olarak kendisini teskin etmeye, her şeyin olacağına vardığına ve kendisiyle alakalı bir durum olmadığına ikna etmeye çalışarak geçirdim. Biz bunları konuşurken Aşti’ye varmıştık. Dostlar bizi peronda bekliyordu. Ayrıca bu yolculuk Mehmet Ağabey’in uyumadan geçirdiği tek yolculuktu.

DOSTLUK ÜZERE-ANKARA KERVANI / AHMET TURAN BAYRAKTAR

Efendim öncelikle çoğu zaman yürüyen kimi zaman ise Ankara’dan öteye gitmeyen kervanımızın hiçbir kurum ya da kuruluşla ilişkisi olmadığını belirterek sizlere 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’nda gerçekleşen seferimizi anlatmak isterim.

Seferimiz gerçekleşmeden birkaç gün evvel Mehmet Abi ve Ensar Abim’in gurbetteki bir hocamı ve dostları ziyarete çıktıklarını öğrendim. O günden itibaren neredeyse her gün bir ayna ya da bardak gibi değil bir taş gibi Ankara’da çatır çatır çatladım. İşin kötü tarafı hafta sonları gurbetteki yalnızlığımı hafifleten Göğsunlu edem Mehmet Emin de İstanbul’a ne hızmete gittiğini bilmemem üzere yolculuğa çıkmıştı. Tüm bu kıskançlığım ve yalnızlığımın ortasında 18 Mayıs günü telefonum çaldı, arayan Ensar Abim’di. Telefonu açmadan evvel içimden, dostların beni kıskandırmak için Bursa’da toplanıp kervan turizmle henüz seyahat etmemiş Davut’u da yanlarına alarak birtakım zulüm faaliyeti icra edeceklerini, geçirdim. Bir hışımla telefonu açtım ama duyduklarım hiç de düşündüklerim gibi değildi. Mehmet Abi ve Ensar Abim kervanımızla seyahat etmek (dostları görmek) üzere 19 Mayıs’ta Ankara’ya geleceklermiş. “Allah” diye bağırdığımdan başka bir şey hatırlamıyorum. Yarın nasıl olacaktı, saatler saniyeler nasıl geçecekti bilmiyordum ama derhal kervan turizmin daimî yolcularını ve Ankara’daki tüm dostları haberdar etmeliydim. E tabi sadece Ankara’dakileri de aramadım, seferimize katılamayacak ne kadar dost varsa şapırdata şapırdata Ankara’da yıllarca konuşulacak bir sefer düzenlendiğini hatta bu sefere Mehmet Abi’nin de katılacağını gelmezlerse çok şey kaçıracaklarını tek tek arayıp anlattım.

Sabah oldu hava aydınlandı bir seher yeli düşüverdi yüreğime. Bugün yüreğimizi yanımızdan ayırmama günüydü. Mehmet Abi ve Ensar abi tomurcuk kaplı yüreğimizde güller yeşertmeye geliyorlardı. Nereden geldiklerini varın siz hesap edin. Mehmet Abilerin geleceğini duyunca İstanbul’dan vazifesini tez vakitte bırakıp dönen Mehmet Emin ve Lütfümle beraber Aşti’de yeşermek üzere beklemeye başladık. Mehmet Abi otobüsten iner inmez koşup bin yıllık mazimizin hasretiyle kucakladım kendisini.

Taceddin Dergâhı’na vardığımızda Ufuk Türk Abi ve Göğsunlu Ahmet Abi bizleri karşıladı. Derken Can Aziz ve Abdülaziz de beliriverdi yanımızda. Seferdeki erler gibi dizildik Mehmet Abi’nin önüne ardına sağına soluna.

Evvelki gün ileri sarmak istediğim zamanı artık durdurmak istedim. Çünkü gri Ankara’nın yeşerdiğini betonlarının çiçek bahçesine döndüğünü gördüm. Gözüm o bahçede hep gülü aradı, Mehmet Abi ise her kelamıyla yüreğimizdeki tomurcuğu yeşertip bize gülden haber getirdi. “Merhem kabul etmez dilde yâreler / Seher yeli sevdiğimden bir haber”. Gece olup kalkma vakti gelene kadar teker teker dostların yüzüne baktım, her baktığım yüzde birden çok dosta rastladım, meğer gurbetteki bütün dostlar, yüzünde dostlarını, yüreğinde ise daima dükkânı ve hasreti taşırmış.

KUTLU HABER - KENDİNİ BİLEN RABB’İNİ BİLİR / LÜTFİ ENGİZEK

Kısa kısa renkli ziyaretlerin üzerinden çok da geçmemişti henüz. İlk durağı Candan içeri kaldırımdaşlarımın gurbet sürgünü İstanbul’du. Ardından Bursa, o yer ki, sırdaşım, vakitdaşım, akıldanışım, dertdaşım, ağabeyim Cihan Alliş’in gurbet cennetinin adı. Sonrası Çanakkale ki Ali Hocam, vayh Ali Hocam…

Dostları damağımda gezdiriyordum işte. “Awumbuk” demiş Papua Yeni Gine’nin dağlarında yaşayan Baining halkı misafir gidince çöken hüzne. E ben misafirdim. Olsun, ben her vakit hissederim. Gurbetteyim be gurbette. Neyse işte o gün yine birtakım teknik meselelerle cebelleşirken, yurttaki arkadaşlarımın binbir ısrarı üzerine yemek yemek için evden çıktık. Siparişleri verdikten sonra, olacaklardan habersiz beklerken telefonum kutlu kutlu çalmaya başladı. Arayan ismi gördüğümde sebepsiz tebessümden alamadım kendimi. Arayan Enbiya Abi’ydi, sebebe ne hacet. Ne zaman arasalar tebessüm sarılır bana. Hemen oturuşuma çeki düzen verdim, masadaki arkadaşlarıma hâl diliyle “Aman sessiz olun ha” dedikten sonra ya bismillah, açtım telefonu.

“Edeem sana bak kimi veriyorum şimdi, hazır mısın?” dedi. Hazır mıydım ki? Hazır nasıl olunur? Ben bilmem ki. O sorduysa hazırım, daima hazır. “Hazırım Abi” dedim. Dedim amma içimde bir telaş. Yahu Enbiya Abi birisini veriyor derken dünyalara bedel bir ses (ki ne ses) doldu yüreğime. Mehmet Yaşar Abi’nin sesiydi. “Yarın Ankara’dayız, seni çok özledik.” Dilim dolandı yüreğime aha! Şimdi konuş konuşabilirsen. Kem küm derken telefon el değiştirdi. Bu kez karşıdaki ses Ensar Abi’ye aitti. “Edem, Mehmet Yaşar özledik dedi. Ne hissediyorsun şimdi?” diye sordu. O an aklıma üç-beş şapırdatmalı laf gelse de hiçbiri tarif etmeye yetmiyordu hâlimi. Sadece “İzâhı mümkün değil abi” diyebildim. Sonra telefon yeniden el değiştirdi. Bu sefer ses Cihan Abi’nindi. Dayanamayıp sordum, “Abi, Mehmet Abi özledik dedi. Siz de mi özlediniz yoksa?” O, her zamanki maharetli kıvrak diliyle “Edem, büyükler kendilerinden çoğul bahsederler” deyiverdi. Ardından telefon tekrar Enbiya Abi’ye döndü. Tam “Sen de geliyor musun abi? Açılması mümkün olmayan telefonlarımın telafisini yapardık” diye gıncıflayacakken telefon kapandı.

Kutlu haber gelmişti işte. Duramaz oldum yerimde. Hemen mangal yürekli efelerden Edem Turan’ı aradım. Kutlu haber tez elden ona ulaşmıştı. “Geliyollaa” deyip kapattık. Gerçekten geliyorlardı. O gün geceye kadar Edem’i arayıp “Edem geliyorlar ha” – “Evet Edem geliyorlar” konuşmaları anlamsız saatlerde bir anda gerçekleşip bitiyordu. Edem sabırla her seferinde “delirtik yav bu” demeden kendisi de benimle her seferinde delirtti. Allah ondan razı olsun.

Ertesi sabah oldu nihayet. Biz tabi vuslat saatinden bir buçuk saat kadar evvelden vardık. Uzun Edem İstanbul’dan taze gelmişti. Henüz gelmesine rağmen ne yorgunluğu, adam bizden dik, bizden kuvvetli. Aha şuradalar, aha geldiler, daha bir saat var, köşeyi dönüyorlar derken Rabbim’e bin şükür ki, Mehmet Abi’ye kavuştuk. Karşılama, sarılmalar, uzun uzun sarılmalar (gene de yetmez, yetmiyor), metro derken yıllar önce Cihan Abi’nin açtığı Kerasus kapısından içeri adımımızı attık.

Yüksek Mühendis Ökkeş Abi hariç Ankara kervanı tamdı. Ufuk Abi, Mahmut Edem, Göksunlu Ahmet Abi hep birlikte dostluk ateşinin etrafında halkalandık. Ha! Bir de Taceddin Dergâhı’nda namaz sonrasında Mehmet Abi’ye denk gelip kervana katılan bir ağabey daha vardı. Anahtar Partiden girdik İttihat ve Terakki’ye oradan gündem derken Mehmet Abi’ye “Ümidimiz kalmadı abi. Tefessüh etmiş bu düzene karşı nasıl mücadele edeceğiz?” sorusu geldi. Diline sağlık Mahmut. Dilin dili açtı. Mehmet Abi söze “Kendini bilen Rabbini bilir” ile girdi. Kendini bilen Rabbini bilir. Sonra yıllar boyu kendini bulma yolculuğu derken bir öfkeleniyor bir heyecanlanıyor bir hüzünleniyorduk. Herkes pür dikkat kesilmiş Mehmet Abi’yi dinliyordu. Mehmet Abi Türk Büyüğü Muhsin Yazıcıoğlu’nun anılarına girdiğinde zaten kedi görse ağlayacak dostların boğazlarındaki düğüm daha da büyüdü. Tam çeşmeler boşanacakken, sonradan kervana katılan abi bu durumu anlamış olacak ki “Tamam Mehmed’im çözüm çözüm” dedi. Hiçbir dostun boğazındaki düğüm çözülemedi. Sonrasını dinleyemedim. Ne ben oradayım ne de başka bir yerde. Habire dimağımda “Kendini bilen Rabbini bilir” cümlesi dönüp duruyordu. Sonra kendimi toparlayabildiğimde Mehmet Abi’yle sarılıyorken buldum kendimi. Sıkı sıkı sarıldık. Yeniden dükkânda sarılmak üzre sarıldık. Yeniden vedalaşmak için vedalaştık, vedalaştık…



ÖZLEMEK DE YORULDU / UFUK TÜRK

Ellerimiz semada, gönlümüz hüzünlü, dilimiz şişmiş bir hâletiruhiyede iken gurbetçiliğimizin nasır tutmaz, iflah olmaz şımarıklığına bir dostun sohbeti, cemali yeter. Hele ki bu gurbetlik; kalabalıklar içinde yapayalnız, şehrin keşmekeşinde bir başına ve dost yüzün görmemekten biçâre olduğumuz gri şehir Ankara’da ise insanın derdine dert, yağmur yağmur yüklenmiyor değil.

Bursa’da mukim muallim dostumuz Cihan’dan Mehmet Abi’nin Bursa seferi ile alakalı haberi alınca içime bir heyecan düştü. Mehmet Abi ne yapar ne eder Ankara’ya uğrar diyerek o haftaya dair başka bir program yapmadım. Nitekim Mehmet Abi ve refiki Ensar’ın dönüş yolunda Ankara’ya uğrayacakları muştusunu alınca dünyalar benim oldu. Dünya telaşına Ankara telaşını da eklersek dostların ziyareti çölde vaha gibi geldi. Ankara’nın belki de en sevdiğim yanı; haritanın ortasında bir uğrak yeri olması, gerek birtakım sınavların sadece burada yapılıyor oluşu gerekse devlet dairelerinde görülmesi gereken işler hasebiyle dostlarla senede birkaç defa da olsa hasbihal edebilmemdi. Dostların bu ziyaretleri benim gurbetzedeliğime arada bir de olsa ziyadesiyle merhem oluyordu. Dostlar Ankara’ya gelince içimi bir heyecan kaplar, elim ayağıma dolanırdı. Ensar’ın yola çıktıklarını haber etmesiyle yine aynı duygular yüreğime uçuştu. Ahmet Turan’ın tabiriyle “bayramcalıklarımı” giyip bekledim.

Dostlar, Tanpınar’ın beş şehrinden İstanbul’a uğramışlar oradan Bursa’ya revan olmuşlar, şimdi ise Ankara’ya geleceklerdi. Bursa, Keçeci Fuad Paşa’nın ifadesiyle “Osmanlı tarihinin dibacesi” olan şehir. Bursa’dan kutlu bir sefer eyleyip yedi düvele dur dediğimiz Çanakkale’ye, muhterem Ali Hocam’ın yanına yetişmişlerdi. Dostların Ankara’ya her gelişi bizi ayrı bir duygu yoğunluğuna büründürse de bu seferki geliş ayrı bir anlam ifade ediyordu. Ali Hocam’ın dizinin dibinden kalkıp gelmeleri bu gelişi diğerlerinden ayrı kılıyordu. Şükür ki onu gören gözleri gördük, ona sarılan kollara sarıldık. Hatıralarını dinledik, mesut olduk.

Dostlar Ankara’da pek rahat edemez, bilirim. Hacı Bayrâm-ı Velî ve Tâceddin Sultan’ın makamları müstesna. Her zaman olduğu gibi bu sefer de Dergâhın yanında yöresinde olmak, Muhsin Başkan’ın yakınında olmak, Mehmet Akif’in hatıralarını anmak bizi rahatlattı. Dergâh bu şehirden kaçıp kurtulduğumuz bir mağara gibi sığınağımız oluverdi. Mehmet Abi anlattı biz dinledik, o sustu biz sustuk…

Benim hayatımda Mehmet Abi’nin yeri kocaman bir yer kaplar. Maraş da öyle. İlk gençlik çağlarımda Maraş’ta idim. Oluşmaya başlayan değerler dünyam, dünyaya ve olaylara bakışım, ülkeye, bayrağa, vatana dair düşüncelerim burada perçinlendi. Bu serüvende Mehmet Abi hep yanımdaydı. Bu sebepten Mehmet Abi çeyrek asra yaklaşan bir dostluğun en güzel halidir benim iç dünyamda. Yıllar, saçlarındaki aklar harici hiçbir şeyini değiştiremedi.

Dost yüzün görmek, hatıraları yad etmek, Maraş’ı özlemek gibi pek çok hüzün ile birlikte dostların zarfları, yarenlikleri de ayrı birer hatıra. “Gülünçlü olsun” sözünün hatırına Ensar’ın Maraş’a daha seyrek gelişime dair zarfları, salvoları özlemimi daha da artırdı. Ama Ahmet Abi’nin “şartlar haksız” sözüne sığınmaktan başka bir şey gelmedi elimden, bittabii özlemek de yoruldu.

Velhasıl; yeni olan eskir, yaşayan ölür, gelen gider. Veda vakti geldiğinde kulaklarımızda bir ayrılık türküsü, yüreğimizde tarifsiz bir burukluk, içimizde bir hüzün yeni kavuşmaların niyeti ve temennisi ile ayrıldık. Her zaman olduğu gibi dostları yolcu edip eve gelince Elif’i avutmak, gitme gerekliliklerinin sebeplerini sıralamak yine bana düştü. Ağaçtan bir yaprak usulca toprağa düştü, tan ağardı, uykudan uyandık.

“Dostun gül cemali cennettir bana

 Ne çare ayrılık zamanı geldi”

Ankara-Maraş

20 Mayıs sabahı saat 7.50’de kalkacak uçağımıza Ufuk Türk’ün bizleri havaalanına bırakmasıyla yarım saat kala yetiştik. Mehmet Ağabey “Uçağa da daha varmış.” diye etli etli bir tütün sardı ve afiyetle günün ilk tütününü içti. Uçağa 20 dakika kala güvenliklerden geçip direkt uçağın giriş kapısına geldik. Vardığımızda neredeyse herkes uçağa binmişti. Birkaç kişiden oluşan sıranın sonuna hızlıca iliştik ve kapı kapanmadan uçağa bindik. Koltuğumuza oturduk ve koltuk arkalarında olan menüyü gören Mehmet Ağabey “Bu uçakta ikram yok muymuş” diye söylenerek uyudu. Yine uçağın tekerlerinin yere değmesiyle uyanan Mehmet Ağabey, önceki gün akşamı kararlaştırdığımız üzere bizleri almaya gelecek olan Hacı Ahmet Deliboz Emiroğlu’nu aramamı söyledi.

Önceki gece “Uçağa binerken aramayın, iner inmez arayın. Ben 10-15 dakikaya orda olurum, siz çıkana kadar gelirim.” diyen Hacı Ahmet Deliboz Emiroğlu ağabeyimizin telefonuna 7. aramamda ulaşabildim. Bu sırada sinirlendiğini pek de gizleyemeyen Mehmet Ağabey, bir yandan Hacı Ahmet Ağabey’i arayıp bizleri evlerimize bırakıp bırakamayacağını, müsaitlik durumumu soruyordu.

Mehmet Ağabey’e Hacı Ahmet Deliboz Emiroğlu’nun nihayet telefonlara cevap verdiğini, hemen geleceğini söylediğini, dedim. Önceki gün akşam 10-15 dakika süren yol, sabahına ne hikmetse 45 dakika kadar sürmüştü. Havaalanında artık kimselerin kalmadığı anda nihayet gelen Hacı Ağabey’in aracına binip evlerimize vardık. Yine de ondan da Allah razı olsun.

27 Mayıs 2025


TOPRAKTA HİÇKİMSEYİ VE HERKESİ GÖRDÜM/Samet YURTTAŞ

 


Ben toprakta dağların ufalandığını gördüm

Güneşin batışını gördüm

Suyu ve insanı gördüm

Sonra durdum

Ve toprakta kendime döndüm


Ben toprağa tüneyen baykuşu gördüm

Toprağı koklayan menekşeyi gördüm

Toprakta üşüyen ateşi gördüm

Adem'i ve Havva'yı gördüm

Sonra durdum

Ve toprakta kendime döndüm


Ben toprakta kıbleyi gördüm

Karıncanın secde edişini gördüm

Rahmeti ve duayı gördüm

Toprağa yüz sürdüm tövbeyi gördüm

Sonra durdum

Ve toprakta kendime döndüm


Ben toprakta ayrılığı gördüm

Kanayan bir yara gördüm

Ağlayan gözleri gördüm

Sılayı ve gurbeti gördüm

Sonra durdum

Ve toprakta kendime döndüm


Ben toprakta eriyen zamanı gördüm

Dünleri ve yarınları gördüm

Ak düşmüş saçları gördüm

Sonra durdum

Ve toprakta kendime döndüm


Ben toprakta gökyüzünü gördüm

Can çekişen bedenler gördüm

Can bulan ruhlar gördüm

Ölümü ve yaşamı gördüm

Sonra durdum

Ve toprakta kendime döndüm


Ben toprakta umuda sarılmış eller gördüm

Diz çökmüş gövdeler gördüm

Toprağa dönmüş yüzler gördüm

Toprakta aynayı gördüm

Toprakta hiçkimseyi ve herkesi gördüm

Sonra durdum

Ve toprakta kendime döndüm

28 Mayıs 2025


Fazlı Ağabey/Emre BİRSEN



Sevdiklerimize dair bir şeyler yazmak her zaman zor olmuştur. Yine zorlanarak dertlenerek yazıyorum. Bir zelzele oldu ki maraşta sadece arzı yarıp arzın üstündeki binaları yıkmadı fikir ve mana dünyamızı da yer ile yeksan eyledi. O kadar ziyade insanımızı hakiki vatanımız ahirete uğurladık ki… Onlardan biri de gara başkanımız, kumandanımızın ifadesiyle türküdar Fazlı Bayram idi. Bizim tabirimizle dükkan bilinen ismiyle Yazarlar Birliği Kahramanmaraş şubesinden dostumuz, yoldaşımızdı.

Yaşadığımız zelezele belki de insanlığın yaşadığı en azim zelzeleydi ve neticeten Maraş harab olmuştu. Birçok dostumuz hısım akrabamız hulasa insanımız, hemşehrimiz enkaz altında kalmıştı. Ve kara haberler itiyadını bozmadan tez bir şekilde geliyordu. Her acı haberde yüreğimiz dağlanıyordu. Müşterek mazimiz olan insanlar, hatıramız olan mekanlar, sokaklar viran olmuştu. Fakir gurbette idi ve o küçük kıyameti yaşamamıştı. Uzaklardan telefonla haber almaya çalışıyordum. Tek tek soruyordum dostları, hısımları, hemşehrileri. Neticeten Fazlı ağabeyden acı haber geldi. Muhterem zevcesi ve üç evladına sarılmış halde öte aleme öylece göç etmişti.

Takriben yirmi seneden beri muarefemiz var idi merhumla. O demden bu deme de hiç nizamız olmamıştı. Fakire karşı hak etmediğim bir hürmetle muamele ederdi. Nazik ve kibar bir dosttu. Yalnız yeri geldiğinde maruz kaldığı adaletsizliğe veya şahit olduğu zulme sükut etmediği gibi müdahale eden bir alperendi. Meşreben melamiliğe kayan dervişane bir hal sahibi, safi katıksız bir ede.

Her daim okuyan ve okuduklarını ruhunda zihninde imtizaç edip şiire döken bir kalem. Derdi davası hepimiz gibi taarruza maruz medeniyet geleneklerini müdafaa ve insan olma şuuru…

Hepimizin duçar olduğu hal gibi o da huzursuz ve tedirgin bir adamdı lakin bu ahval menfi manada değil. Okuyan, düşünen, hisseden, dert eden herkes gibi biz de maluldük zira konfor bozan adamlar olunca cemiyet tarafından sorunlu tipler olarak mütalaa ediliyorduk. Hususi dairemiz haricinde hiçbir yerde ahenk tesis edemeyenlerdik. Tabii netice zahiren görülen istikrardan uzak bir hal. Hayata ve kendimize dair yegane istikrar ise fikriyat ve hissiyatımızdaydı. Ben de dahil olmak üzere etrafımızdaki fikir ve gönül dostları gibi onun da iş hayatı istikrardan ıraktı. O kadar müktesebatına rağmen başımızın belası geçim gailesi için tır şoförlüğü yapmaya başladı, bu hali söylediğinde hiç şaşırmadım hatta destek de olmuştum zira bu adam yuvasına götüreceği helal rızkın derdindeydi lakin hep rencide edilen olmuştu. Tanıdığımdan beri her daim gayretkar bir zattı, rutin mesaisi dışında da maişetini rahatlatmak için farklı işler de yapardı. Son tercihi de tır şoförlüğüydü. Uzak menziller, yollar… yalnızlığı severdi zira ya da yalnızlık bize sevdirilmişti ve üstümüzde emanet durmuyordu. Müşterek kaderimizdi yalnız kalmak kalabalıklar arasında… Boğulmuştu, daralmıştı umursamazlıktan, gamsızlıktan yalnızlığa kaçmıştı. Fakire de demişti ben artık sıradan bir insan olmak istiyorum demişti.

Bir seferinde gurbette olduğum şehre yolu düşmüştü ziyaretime geldi. Nasıl ağırlayacağımı düşünürken hemen müdahil oldu, bana sadece bir menemen yapmamı söyledi. Tüm malzemeleri eşit biçimde doğramama ve yemeği yapmanın uzun sürmesine dikkat kesilmiş lakin bir şey de söylememişti. Zira aleyhte konuşacaktı dükkanda… Aleyh dediysek biz de karşılığı menfi değil ha bilakis muhabbetin ziyadeliğinden... Kumandanın dükkana bıraktığı mücerret miraslarından, ehli bilir.

Gurbetten sılaya her gelişimde merhum bir şekilde haberdar olur ve dört elif miktarı da olsa görüşmek isterdi. Elbette muhabbet edip dünya zindanının metaforu olan tabakasından sardığı tütünle hemhal ve hemdem olmak sadrımıza şifa olurdu diğer dostlar gibi. Zira bu adamlar birbirlerini yalnızca Allah için severlerdi. Zatıyla zahiren son mülaki olduğum dem, zelzeleden kısa bir müddet evveline denk gelir. Maraşa gelir gelmez haberdar olmuştu gene. Şu an evli olduğum hanımefendi ile evlenme hazırlıkları için uğraşıyorduk. O arada aradı gel bir görüşelim sohbet edelim dedi. Hep bir araya geldik dostlarla yine zelzelede öte aleme giden Ferhat da vardı mecliste. Hanımefendi ile iştirak ettik. Ağabey daha hanımefendi ile tanışmazdan evvel, hatun sen de pek akıllı birine benzemiyorsun, Emreyle evlenmek akıl işi değil. Zira bize yirmi sene neler çektirdi demişti. Demek ki sen de bizdensin diyerek nüktedan tavrı ile hanımefendiyi de meclisimize kabul ettiğini göstermişti. Bana da dönüp gel artık gurbetten demiş ve daha sık görüşmek istediğini söylemişti. Nerden bilirdik ki dünyadaki nihai görüşmemiz olacağını…

Bir memleketi memleket yapan tarihi, coğrafyası ve insan hazinesidir. Bunlardan süzülüp gelen irfanı olur şehirlerin biz de bu irfan geleneğine aşina olan zevat ile berhayat olur şehirler. Lakin bu insanlık numunelerini zelzeleyle kaybettik. Fazlı ağabey de onlardan biriydi.

Fazlı ağabey mazide tütün kağıdına şiir yazmamızı isteyip cümle muhibbana yollamıştı. Şiire karşı hep nakıstım kabiliyetim olmadığı için de yazmamıştım. Şimdi haddimi aşıp her zaman ettiğim gibi kağıdın ak yüzünü kara eyleyerek yazıyorum şimdi:

Derdin neydi ne kendin oldun ne bizi ettin bahtiyar

Sual etseler ukbada mı dünyada mı kalmak ihtiyar

Dünya zindan der bize ukba diyar

Firak olmadan vuslat yalnız orada var


ZEHİRLENDİK/Seyfettin ALBAYRAM



Toplum olarak kirlendik, zehirlendik. Toplumun her kesimi bu zehirden payını aldı. Yüce yaradan ın sığdığı kalplerimiz kirlendi. Bu zehrin panzehrini bulmamızda zor görünüyor.

 Çocukken rüyalarımda hep uçardım. Kollarımı bir kanat gibi kullanarak hız kazanır, Gazi Antep'in üzerinde dolanır dururdum. Kuş bakışı insanları seyretmek keyif vericiydi. Benim için tek renk vardı o zaman 'Gök mavisi'. Her yer gök mavisiydi. Huzur doluydum. Sabah uyandığımda rüyamı anneme anlatırdım. "Oğlum çocuklar Melaike dir, melaikeler uçar" derdi. Acaba hala bütün çocuklar uçuyor mu? Yoksa internet ve dijital oyunlar kanatlarına el mi koydu?

Uçma deneyimimde ilk başarısız olduğumda ortaokula yeni başlamıştım. Sınıf arkadaşlarımın hemen hepsi kenar mahalle çocuğuydu. Hepimiz birbirimize benziyorduk, bir kişi hariç. Adı Yakup'tu. Bir kuyumcu çocuğuydu. Hepimizden farklıydı. Bizim ceketlerimizde yediğimiz yemeklerin listesi sırıtırken, O hep temiz giyimliydi. Ceketi ve pantolonu her zaman ütülüydü ve temizdi. Bize göre beyaz tenliydi. Hepimizden de yakışıklı sayılırdı. Bizler birbirimizle şakalaşıp boğuşurken, O hep bir kenarda durur bize pek karışmazdı. "Gel oynayalım" derdik ," yok ben seyredeceğim" derdi.

 Din dersi öğretmenimiz sınıfa girdi ve "Yakup, sen istersen dışarı çıkabilirsin evladım" dedi. Şaşırmıştık, hepimiz Yakup'a bakmaya başladık. "Yok, öğretmenim, ben dersi dinleyeceğim," dedi. Sonra sınıfa dönerek "çocuklar arkadaşınız Musevi "dedi. Sırayla "geçmiş olsun Yakup" demeye başladık.

 Ben hasta değilim ki, Musevi’yim.

 Musevi ne demek?, hepimiz çocuktuk işte. Bütün çocuklar çocuk değil miydi? Sonra, bütün renkler gök mavisi değil miydi yoksa?

 Değilmiş. Zihnimde renkler değişmeye, belirginleşmeye başlamıştı. Mavi, derken kırmızı, yeşil, sarı, beyaz, siyah, sonra bunların tonları, ara renkler. Kırmızı birden kızıla dönmüştü. Atatürk lisesinin ortaokul kısmında sabahları biz, öğleden sonraları liseliler okuyordu. Liseliler her gün boykot yapıyordu. Bizleri de dışarı çıkarmaya başladılar. Başta hoşumuza gidiyordu. Çalışmadığımız dersin sözlüsünden, yazılısından kurtuluyorduk. Bazı öğretmenlerimiz de dışarı çıkıp arkadaşlarımıza destek olmamızı öneriyordu. Birileri kızıl bayraktan söz etmeye başlamıştı. İlk potumu sözlüsüne çalıştığım dersten çıkmak istemediğimde kırmıştım. Beni hırpalamaya çalıştılar. "Boykot kırıcı mısın ulan, sen" diyorlardı. Kırmayı anlamıştım, ama boykot kırmanın ne demek olduğunu anlamamıştım.

 Okulun adına Atatürk Lisesi değil, “Küçük Moskova” diyorlardı. Yine küçüğü anlamış ama Moskova'yı anlamamıştım.

 Niyazi isminde bir arkadaşım vardı. Şakalaşırken ceketinin yakasının arkasında elime bir şey değdi, çevirdim bir Türk Bayrağı rozetiydi.

 Ne güzelmiş.

 Sana verebilirim, ama benim gibi ceketinin arkasına tak, başın belaya girer.

 Alnı yoğurtlulardandım. Kavgadan kaçacak adam mıydım? Hem karate' ye de başlamıştım. Kendimi Wang Yu sanıyordum.

 Beni dövecek adam daha anasından doğmadı. Ver ben takarım.

Taktım. Göz ucuyla rozete bakarak kantine indim. Bayağı da yakışmıştı. Birden ayaklarım yerden kesildi. Liseli iki öğrenci koluma girmiş, beni kantindeki öğrenci odasına götürüyordu. O zaman kantinde bir öğrenci odası vardı. Oraya öğretmenler de dahil biz giremezdik. Liseli abiler oturuyordu. İçeride sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Başkan dedikleri bir liselinin karşısına götürdüler.

 Başkan bak sana bir “faşist” getirdik.

 Başkan bana bakarak "sen faşist misin?"

Oda ne demek "Ben çocuğum"

 Güldüler, sonra birisi omuzuma dokunarak "bırakın bu genci, bu Kemalist, bizden sayılır ".

  Mahallemizde bir Meyrem teyze vardı. Kocasının adını bilmezdik. Hamallık yapardı. Pek kimi kimsesi yoktu. Meyrem teyze kocasına "Kürdoğlu" diye seslenirdi. Meyrem teyze pek kimseye gidip gelmezdi. Bazen bize gelir, zaten çok ta oturmazdı. Ramazan aylarında bize geldiği olurdu. Annem, küçük kardeşlerim oruç tutmadığı için önlerine yemek koyardı. Meyrem teyze de bir kaç defa bu yemek faslında bize geldi.

Annem,"Meyrem teyze karnın açsa gel yemek ye "diye buyur etti.

 Yok, kızım, ben niyetliyim.

Yıllar sonra Meryem teyzenin ve kocasının ermeni asıllı olduklarını öğrenmiştim. Aslında oruç tutmuyorlardı. Ancak bu saygılı davranış bende iz bırakmıştı. Öğretmen olduktan sonra kocası da ölen Meryem teyze’ ye annem kanalıyla elimden geldiğince yardım etmeye çalıştım.

 Yetmişli yılların başı, babam Almanya ya işçi olarak gitti. Komşularımızdan da kocası Hollanda’ ya, Almanya’ ya gidenler vardı. Kadınların hemen hiç birisi okuma yazma bilmezdi, mektuplarını ben yazar, gelen mektupları da ben okurdum. Babam izine geldiğinde bana bir daktilo getirmişti. Artık mektupları daktiloyla yazıyordum.

Uzmanlaşmıştım. Giriş kısmını hep ben başlatırdım "Evvela selam eder büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öptürürdüm. Sonra istek kısmına geçer mektup sahiplerine sözü bırakırdım. Elma yanakları, kiraz dudakları hep öğrenmiştim. Araya dörtlüklerde sığdırır” kestane kebap acele cevapla” mektubu bitirirdim. Ancak sır saklanırdı. Anneme bile ne yazdığımı anlatmazdım.

 Yakup'a ne mi oldu? Bir dönem daha bizimle güvercin tedirginliğiyle okudu ve bir gün göçüp gittiklerini işittik.

 Renklere dokunmayın efendiler, bırakın çocuklar( en azından rüyalarında bile olsa) özgürce uçsunlar.

 Hayırlı ramazanlar

9 Nisan 2022

H. Ahmet Eralp ile Ferhat Ağca Hakkında/ Röportaj: Zehra Boyraz (3. Kısım

 


10. Ahmet Doğan İlbey’in tercümanıydı. Bu dostlukta nasıl bir derinlik vardı? Ferhat Ağca Ahmet Doğan İlbey’e nasıl bir vefa gösteriyordu?

Tercümanlık kelimesinin, daha doğrusu bu kadronun nasıl ortaya çıktığını konuşalım. Ahmet Abi’nin işitme problemi her geçen gün artıyordu. İlk zamanlar işitme cihazı kullanmayı reddediyordu, çünkü rahatsız oluyordu. Belki de kabullenmek istemiyordu.

Ahmet Abi’nin bize verdiği ünvanla söyleyecek olursam, sadık arkadaşım Oflu Süleyman, yani Süleyman Kılıçbay... O, şu an Sakarya’da polis memuru olarak görev yapıyor. Ferhat’tan üç yıl kadar önce dükkâna katılmıştı. Dükkânın müdavimlerinden, demirbaşlarından biriydi. İlk tercüman oydu. Yani tercümanlık kadrosu ilk onunla oluştu. Ahmet Abi’nin yanından hiç ayrılmazdı.

Şöyle düşünün, geniş bir halkada oturuyorsunuz, büyük bir odadasınız. Arada bir bu hatıraları anmak için birbirimize aynı cümleleri söylüyoruz: “Ne dediler?” biri bu. “Neye güldüler?” diğeri de bu.

İşte o günkü ilk tercüman olan Süleyman, bu cümleleri Ahmet Abi’ye aktarıyordu. Tabi Süleyman’ın tercümanlığının nüktesini burada anmak lazım. Süleyman kesinlikle kötü bir tercümandı. Çünkü yanlış aktarırdı. İşin komik tarafı, bu da müthiş bir muhabbete dönüşmüştü. Eğer Ahmet Abi’nin konuşulan konuyu öyle anlamasını istemiyorsak, özellikle Süleyman’a tercüme ettirirdik. Elbette ki arada bir doğru tercüme yaptığı da oluyordu. Ama mesela, “Ne dediler?” kısmını aktarmak bazen kolaydı da “Neye güldüler?” kısmını nasıl izah edeceksin?

Süleyman, önce ortamdaki kişilere bakardı. Kalabalık bir gün olduğunu varsayalım, yirmi- yirmi beş kişi var. Oflu olmanın verdiği doğallık ve samimiyetle hiç çekinmeden anlatmaya başlardı. İsmi hatırlayamadı diyelim, az gelen birisi mesela. Bir kere kişiyi yanlış söylerdi, kişiyi yanlış söylediği gibi konuyu yanlış söylerdi. Ahmet Abi, “Neye güldüler?” diye sorduğunda, biz de peşine daha çok gülecek bir şey bulmuş oluyorduk böylelikle.

Süleyman mezun oldu tabi. Onun son yılı, Ferhat’ın dükkâna ilk adım attığı yıldı diyebiliriz.

—Bu arada, burada konuşan ben değilim, Ferhat konuşuyor.—

Bir şeyin mutlaka kayda geçmesi lazım; Süleyman’la ilgili unutulmaz bir hatıramız var. Bizim tütün sarmayı yeni öğrendiğimiz yıllar… Bahçelievler’de, Fazlı Bayram’ın Gülhan Kafe isimli mekanındayız. O kafe hâlâ duruyor, tabii Fazlı Abi ile bir alakası kalmadı.

İşte, o günlerde Süleyman haftalarca uğraşıyor ama tütün sarmayı bir türlü öğrenemiyor. Ben de el becerisi zayıf biriyim, çok zor öğrenmiştim ama yine de bir miktar öğrendim. Süleyman hâlâ öğrenememişti. Ve sonra şu an oldu:

Ferhat eline tütün kâğıdı ve filtreyi aldı, sardı. Süleyman tam karşısında duruyor. Bir an durdu, sonra sordu: “Ne zamandır uğraşıyorsun?”

Ferhat gayet sakin bir şekilde cevap verdi: “İlk kez.”

Süleyman şok oldu. “Nasıl ilk kez ya?” diye sordu.

Ferhat, Nahırönülüğünden gelen alışkanlığıyla her cümlenin sonuna eklediği gibi, yine ekledi:

“El becerim biraz iyidir… Anladııı?” Gülmekten öldük tabi.

Süleyman bembeyaz tenli bir Oflu, ama o an kıpkırmızı oldu. Biraz da bozuldu. Kendinden yaşça küçük birinin ondan daha iyi yapmasına şaşırmıştı. “Allah Allah!” diyordu sürekli. Epey gülmüştük.

Ferhat, artık neredeyse her hafta, her oturumumuzda dükkâna gelmeye başlamıştı. Elbette bir şekilde Ahmet Abi’ye yakın oturuyordu. Onun saflığı, konuları safiyane bir hâl ile Ahmet Abi’ye aktarması dikkat çekiyordu. Süleyman’ın mezuniyeti yaklaşıyordu. Biz de Ahmet Abi’ye takılarak: “Ahmet Abi, galiba daha iyi bir tercüman yetişiyor.” diyor, ardından Süleyman’a dönüp: “En azından bundan sonra tercümeler doğru olacak.” diye ekliyorduk.

Süleyman’ın tercümanlığı, zamanla nükte konusu olmuştu. Tercümanlık kelimesi, kavramı ve hatta tercümanlık kadrosu kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Ferhat’ınki ise var olan bir kavram üzerine, bizim nüktelerimiz ve takılmalarımızla şekillendi.

Ferhat, dükkâna gelmeye başladı, meclisi hissetmeye başladı, hatta dükkân denilen o hissiyatı benimsedi. Tercümanlığı bir görev olarak benimsedi ve neredeyse her oturumda Ahmet Abi’nin soluna oturmaya başladı.

Depremde kullanılamaz hale gelen son dükkân binamızda oturum düzeni belliydi. Ahmet Abi sık sık, “Koltuklarımız numaralı değildir.” derdi. Sonradan fark ettik ki aslında numaralı olan tek bir yer vardı: Ahmet Abi’nin oturduğu yer. O yer hiç değişmezdi. Hep aynı yere otururdu. Dolayısıyla Ferhat da yanı başına yerleşti.

Böylece Ferhat’ın duygu dünyası, okuma yazma alışkanlığı ve dükkânla olan ünsiyeti, “Tercümanlık” kavramı etrafında şekillendi. Ahmet Abi bizim komutanımız, kumandanımız, ak saçlı hüzünkârımızdı. Dükkânın varlık sebebi, dayanağı, vesilesiydi. Zaten “Dükkân” kelimesini de ilk o kullanmıştı. Ali Hocam bir keresinde, “Ahmet Bey’in tabiri.” demişti: “Gönül dükkânı, fikir dükkânı, muhabbet dükkânı.”

Ferhat ile tercümanlık, birbirlerini bulmuş oldular aslında. Ahmet Abi için de iyi oldu. İşitme problemi giderek artıyordu. Fazla sesi sevmezdi, rahatsız olurdu. Olması gereken bir ameliyat vardı ama kimse onu ikna edemedi. O ameliyatı olsa rahatlayacağını düşünüyorduk. Mesela, aynı anda iki kişi çay kaşığını karıştırsa, bu onun için tahammül edilmez bir şeydi. Biz onun algıladığı dünyayı tam olarak hissedemesek de mimikleriyle hissettirirdi.

Elbette ki arada nükte de kalıyordu. Şöyle bir şey olurdu: Bir dost bir şey anlatır, herkes kahkaha atardı. Hüzünlenip türküyle ağladığımız anlar kadar, elbette ki kahkaha attığımız zamanlar da olurdu. Ama tam o anda, Ahmet Abi’nin sesi yükselirdi: “Tek tek gülünüz efendim.”

Şimdi, bu mümkün mü? Biz de ona takılırdık: “Ahmet Abi, tercüman mevzuyu aktardı mı? Tamam. Peki, sağdan mı gülmeye başlayalım, soldan mı?”

Sağ olsun, her anlamda kaldırırdı bu şakaları. Ferhat, tercümanlıkla birlikte dükkânda var oldu. Kendini bu kavrama yakıştırdı, kavram da ona yakıştı. Ahmet Abi de ona sık sık “Tercümanım” diye seslenirdi.

Ben, Süleyman’a her cuma akşam saat 22.00’de mutlaka mesaj atardım, polislik öncesi, buradayken: “Ben buradayım ve sen buradasın sadık arkadaşım, tütünün içiliyor.”

Haftalar, aylar geçti, Süleyman mezun olup İstanbul’a gitti. Kaymakamlık ve KPSS sınavlarına hazırlanmaya başladı. Bunu Ahmet Abi’ye aktardığımda çok mutlu oldu: “Ya, ben şâd oldum. Bu ne güzel bir şey!” Demişti.

Ben de her hafta onun sigarasını içtiğimi söyledim. Bunun üzerine Ahmet Abi durumu kurumsallaştırdı ve sigara paketini uzatarak: “Efendiler, Süleyman’ın sigarasını hepiniz içiniz.” derdi.

Sağ olsun, benim gurbetimde de Ferhat baştaydı. Çünkü gurbetteki dostundan bahsedersen, onu hatırlarsan, o bir şekilde orada var olmaya devam eder. Onunla ilgili bir şey anlatırsın, onu anarsın, konuşmalarında yer verirsin ya da bulunduğun ortamı ona aktarırsın. Böylece her hafta meclis kurulduğunda, bir araya gelindiğinde, o da orada olmaya devam eder. İşte benim Süleyman’a yaptığımı Ferhat da bana yapmıştı, sağ olsun.

Ferhat’ın adını değiştirip “Vefa” desen hiç eğreti durmaz. Zira biri onun için bir iyilik yapmışsa, kendisine değer verilmişse, aynıyla mukabele etmek için büyük çaba gösterirdi.

Gelgelelim, Ferhat konuşmayı öğrenmişti artık. Ferhat yazmayı öğrenmişti. Ferhat dinlemeyi öğrenmişti. “Geç Kaldım” adlı yazısında da söylüyor. Bugünden bakınca ona, “Evet, geç kalmışsın.” diyorum. Ama hakikat de, “Her ölüm erkendir” diyor. Burada imanımız gereği susmamız icap ediyor.

Vefaya dönersek… Ferhat, Ahmet Abi’ye de aynıyla mukabele etti. Kısa zarflarla, arada attığı mektuplarla, hikâyelerle, konuşmalarında bahsettiği konularla… Ahmet Abi’nin muhabbeti anlatılamayacak şeylerden biriydi. Dünyada anlatılarak anlaşılamayacağına emin olduğum, sadece “Anlattım işte.” diyebileceğin şeylerdendi.

Yeryüzünde, evet, Mekke ulaşabileceğin bir şehir. Ama Beytullah’ı ilk gördüğünde hissettiğin şey… İşte o, herkesin kendi “şu” su. “Şunu yaşadım.” diye anlatamazsın, gitmeyen birine aktaramazsın. Ahmet Doğan İlbey tarafından kıymet verilmek, sevilmek de işte böyleydi. Ancak hissedebildiysen var olurdun. Bu, aktarılamayacak, kelimelere dökülemeyecek şeylerden biriydi. İmanı gibi sımsıkı bağlanırdı çünkü. Onun tarafından seviliyorsan derdin ki:

“Sevgi buysa iman budur, iman buysa sevmek budur.”

Bir gün yolda trafik ışığında karşılaştık. Ahmet Abi’nin aracı yanımıza yaklaştı. Yalnız da değil, Hatice Anne de yanındaydı. Heyecanla seslendi: “Maşallah, nereye gidiyorsunuz?”

Günlerden salı ya da çarşamba… Yani cumanın üzerinden üç-dört gün geçmiş, görüşmeyeli birkaç gün olmuş. Ama onu gördüğün anda anlıyorsun ki, muhabbeti kaldığı yerden devam ettirmek istiyor. Kavşaktayız, ışık birazdan yanacak, hareket etmemiz gerekiyor. Ama Ahmet Abi birden: “Efendim, böyle mi ayrılacağız?” Dedi.

O an anlıyorsun ki, bir yere gidiyordu. Ya çok önemli bir ziyarete ya da hastaneye… Ama seni gördü ve konuşması gereken iki kelime var. Seni hissetmeli, ona bir hatıra anlatmalısın, onunla var olmalısın. Onun tarafından sevilmek böyle bir şeydi.

Ferhat da bu sevgiye, bu vefaya mukabele etti. Son yıllarında, benim gurbetim devam ederken… Şahitlerden, dostlardan işittiğim ve sonrasında yazıya da döktüğü hâliyle, Ferhat, Ahmet Abi’ye o vefayı öylesine hissettirmişti ki, Ahmet Abi ona “Tercümanım” demeden önce şunu kullanıyordu artık: “Seheryelim”. Ahmet Abi’ye “Seheryelim” dedirtecek yıllar, hatıralar, muhabbetler, yazılar ortaya koymuştu.

Tercüman bahsi işte böyle.

11. Deprem onu aramızdan aldı ama Maraş’ta, akademide, dostluklarda şiirlerde ve çiçeklerde bıraktığı izler silinmeyecek gibi görünüyor. Sizce onu en çok hangi yönüyle hatırlamalıyız?

Elbette ki çiçekle, doğayla, en başta da çiğdemle hatırlamak lazım. Kapıçam’a gidip Ferhat’ın yanı başında Fatiha okumak mı, yoksa Yavşan’a gidip bir gece ya da bir gün geçirip, bir çiğdemin büyüyüşünü takip ederek, topraktan mahcup mahcup başını çıkaran bir çiğdemle selamlaşıp Fatiha’yı oradan göndermek mi derseniz, ben Yavşan’da çiğdeme okunan Fatiha derim. Ruhu daha çok okşanır onun için.

Az önce söyledim ya, endemik olan her ne varsa onu yaşatarak Ferhat’ı yaşatmak lazım. Bu bir anlamıyla yanlış bir ifade ama hissediyoruz, biliyoruz, iman ediyoruz ki, yakışacağı gibi de şehit olarak gittiler. Zaten yaşıyor, zaten yaşayacak. Yarım bırakmak üzere olduğumuz ne varsa bir an önce tamamlamak lazım—eğer tamamlanacak bir şeyse. —

Şu duyguyu hepimiz yaşıyoruz, bunu itiraf edelim. Yazıya kayda geçmiş olsun diye söylüyorum. İnsanların farklı kayıpları var, farklı acıları var hem maddi hem manevi… Geri döndüremeyeceklerimiz var elbette, toprakla buluşturduğumuz canlarımız var. Ama Ferhat’ı tanıyıp onunla birlikte olan insanların kardeşleri, yeğenleri… Kendi adıma dayılarımın tamamını kaybettim. Ferhat’ı tanıyıp da kardeş kaybeden, yeğen kaybeden başka insanlar da var meclisten, dostlardan, dükkândan… Şimdi ara ara kendimize itiraf ediyoruz: “Ama en çok Ferhat yakıyor, en çok Ferhat aklımıza geliyor.”

Bunun birkaç sebebi var. Ferhat merkezdeydi. Henüz evli de değildi. Bir motosikleti vardı. Her zaman olması gereken yerdeydi. Kendi tabiriyle: “On dakikaya her yerdeyim.”

Üniversitedeki insanlar onu sık sık görüyordu. Hocaları, çalışma arkadaşları, dostları, şehirdeki ahbapları… Dükkânda oturanlar… Gurbetten gelen birinin dâhil olduğu her mecliste Ferhat muhakkak vardı. Peki, onu tanıyan herkes neden en çok onu hatırlıyor? Çünkü Ferhat, yarım kalmışlıkların, tamamlanmamışlıkların, tadılmamış duyguların, yaşanamamış meselelerin alayıydı.

Çocukları severken Ferhat’ı hatırlamak lazım. Bizim, ikimizin, Ferhat’ın mimarı olduğu, onun yazdığı bir ifadeydi bu: “Ben çocuklarımı özledim.”

Daha yıllar önce söylemişti. Çok isterdi çocukları olsun, evlensin, yuva kursun. Bilen için ne güzel bir ifade… O yüzden, bir çocuk başı okşarken Ferhat hatırlanmalı, anılmalı.

Dünyada bulunmamızın, tadabileceğimiz, sevebileceğimiz, ulaşılabilir ve helal olan duyguların, muratların birine varamadan gitti Ferhat. Türküsü evvelden beri söyleniyor:

"Murad alıp doya doya gülmedim,

Bu kara yazıyı kendim yazmadım."

Ferhat’ın yazısı beyazdı ama, herhangi bir muradına eremedi. Ve bu, sadece Ferhat’ın Hacısı için değil, onu tanıyan herkes için ortak bir acı.

Kendi adıma, “Artık gurbette kalmamalıyım, başka bir şehre gitmeliyim” diye bir karar vermek zorundaydım. Tayin dönemi gelmişti. Ya tayin olmalıydım ya da Adana’da kalmalıydım. Bunun birkaç sebebi vardı. Mezarlara ve enkazlara yakın olmak gereken bir dönemdi. Maraş, bir polis için kötü bir tercihti ama o an başka bir seçenek yoktu. Bu ağır yükü gurbette tek başına taşımak zordu. Burada geriye kalan dostlarla bir dükkân binası bulabilecek miydik, yeniden toplanabilecek miydik; o bile belli değildi.

Şimdi bir prefabrikte anıları, hatıraları, acıları yaşamaya ve yaşatmaya çalışıyoruz. Birbirimizin omuzlarındaki yükleri birbirimize yaklaştırıp taşımaya gayret ediyoruz. Ama şimdi fark ediyorum ki, asıl sebep başka.

Maraş’a her yaklaştığımda Ferhat’a mesaj atardım: “Yoldayım.” Ferhat da dostların bulunduğu gruplara hemen bir mesaj bırakırdı.

Rahmetler olsun, o da gitti… Mehmet Doğan Abi—Yazarlar Birliğinin onursal başkanı—mekânı cennet olsun. Onun “Hacım Hoş Geldin” diye bir yazısı var. Hacdan dönenlerin hislerini anlatan, içinde hafif hicivler barındıran bir yazı. “Bunu yaptın mı Hacım?”, “Şu duygularla mı geldin Hacım?” diye sorular sorarak muhasebe yaptıran bir metin.

Ben her memlekete döndüğümde Ferhat’a haber verirdim sadece. O da bu yazıyı gruplara atardı. Önceden “Hacım hoş geldin” derdi, ama bu yazıyı keşfedince artık onu paylaşır olmuştu. Mehmet Doğan Abi, bir program için Maraş’a geldiğinde Ferhat ona bu meseleyi anlatmış. Demiş ki: “Sizin böyle bir yazınız var.”

Yani, koskoca Mehmet Doğan’a… Adama böyle denir mi? Sağ olsun, tevazusunu biliriz. Kötü karşılamamış zaten. Ferhat devam etmiş: “Sizin yazınızı biz bu şekilde kullanıyoruz. Gurbetteki dostum sılaya dönerken ben ona ‘Hacım hoş geldin’ demek için bu yazıyı gönderiyorum.”

Mehmet Doğan Abi buna çok gülmüş, hoşuna gitmiş. Ben artık gurbette kalamazdım. Önümüzdeki yıllar ne getirir bilmiyorum. Çünkü “Hacım hoş geldin” yazısı Ferhat tarafından gönderilmeyecekti artık.

O yüzden, tüm yarımlıkları tam ederken Ferhat anılabilir. Çıktığınız, eskitmek istediğiniz bir kaldırım varsa, yürürken tamamlayın, Ferhat anılabilir. Baharın haberini tek başına vermeye çalışan, yemyeşil bir ovada sarı hüznüyle, sarı sevinciyle başını kaldırmış bir çiçek varsa, orada Ferhat anılabilir. Güzel meyve ağaçlarımız, bademlerimiz, eriklerimiz… Baharda bembeyaz açıp gelinlik gibi süslenmişlerse, Ferhat anılabilir. Yeşilin olduğu her yerde, Ferhat anılabilir.

12. Kardeşi onun ektiği kekikleri toplayıp dostlarına dağıttı. Ferhat Ağca’nın emekleri, hatırası ve geride bıraktıkları ile nasıl bir miras bıraktığını düşünüyorsunuz?

Ömer’den bahsetmiştik az önce, burada da bahsetmek lazım. Ferhat’tan pek çok iz, pek çok hatıra, pek çok özellik taşıyor Ömer. Üniversitedeki odasında ya da yaptığı çalışmalardan geriye ne kaldıysa, hocası Ömer’i aramış, onları teslim etmek istemiş. Büyük bir torba kekik vardı.

Tabii biz gerek dostları gerek ablası ve kardeşi, geride kalanın mirasını bir nükte olsun diye paylaşmaya çalıştık. Ömer’le sık görüşmeye başlamamız da o zamanlara denk gelir. Henüz okulunu bitirmemişti, burada intörn olarak KSÜ Tıp Fakültesinin son sınıfındaydı. Kekikten bahsetti: “Ben onu size dükkâna da getireyim, dostlara verelim.”

Ferhat, her şeyin küçüğünü, miniğini severdi. Eğer bir nesnenin minyatürü yapılmışsa, o minyatürle ilgilenirdi. Eski sarı ampullerin içine küçük dünyalar, küçük bahçeler kurmaya uğraşırdı. Ama istediği kıvamı tam yakalayamamıştı. En mükemmelini bulması lazımdı.

Mesela küçük bir şey gördüysen—diyelim ki bir çikolatanın en minik hâlini—aklına hemen Ferhat gelirdi. İşte, çikolatalı gofretin miniği çıkmıştı. O zaman ben Adana’daydım, yalnızdım; çocuklar memleketteydi. Koca bir kutu aldım, serçe parmak büyüklüğünde, minik minik çikolatalı gofretler. Hemen Ferhat’a fotoğrafını attım: “Kutuyla aldım, gel birlikte bitirelim” dedim.

İlk otobüsle Adana’ya geldi. Çikolata orada da bulunabilirdi ama... Geldi ve birlikte bitirdik. Sağ olsun, sürpriz yapmıştı. Bazı böyle gelişleri vardı. Küçük bir şey gördüğünde hemen “Ferhat” diye seslenmek isterdin. Şimdi de öyle olur.

Bulutlar… Bulutların çizdiği resimler… Kıymetli büyüğümüz, gözümüzün nuru Mehmet Akif Şen… Onu da anmak lazım, çünkü Ferhat’la birlikte gökyüzüne çok baktılar. Ferhat ona, o da Ferhat’a sık sık gökyüzü fotoğrafları atardı.

İnsanoğlunun bozamadığı, dokunamadığı—ve inşallah teknoloji buralara hiç gelmez diye dua ediyoruz—o gökyüzü… Özellikle baharlarda çok güzel olur. Bulutlar muazzam bir tabloya dönüşür. Güneş batarken ayrı, doğarken ayrı, gün içinde ayrı… Sürekli değişen, tamamen Rahmani bir manzara. Kimsenin müdahale edemediği bir güzellik, çok şükür.

Sevdiği tek büyük şey gökyüzüydü. Gökyüzünde bulutların yaptığı resimler, o tablolar…

Aklınıza gelen her ne varsa, onun küçüğü muhakkak Ferhat’ı hatırlatırdı. Yeni bir şey bulan herkes, hemen Ferhat’a fotoğraf atardı.

Ömer, kekikleri dükkâna getirdi, bana bir poşet uzattı. Poşeti elime aldım, ağırdı. Ağzını açtım, içinde minik minik kavanozlar...

Elim ayağım titredi tabii, yıldım kaldım. Ferhat’ın bu özelliğini bilmesine mi yanayım, bunu böyle yapmasına mı yanayım? Gitmiş, o kavanozlardan onlarca almış, içine kekikleri doldurmuş, bize öyle sunum yapmış. Dedim ki: “Sende Ferhat’tan kesinlikle bir şeyler var ve bu, iyi bir şey değil.”

Sonra o kekikleri gurbetteki dostlara gönderdik, gelenlere verdik, herkese birer tane dağıttık.

“Ferhat’ınız azaldıysa biraz kekik koklayınız.”

“Ferhat’ın nerede?”

“Ferhat’ınızla nasılsınız?”

Birbirimize şimdi bu soruları soruyoruz. Kiminin masasında, kiminin kitaplığında, kiminin yanında... Ömer sağ olsun, bize kekik mirasını böyle getirmişti.

Şunu da unutmayayım diye elimde tutuyorum: Biz Ferhat’la aynı tabakayı kullanırdık. Aynı tütün tabakasını...

Ben, Ferhat’a göre daha düzensiz, daha dağınık bir adamım; çok unuturum. Çanta taşırdık mesela, çanta unuturum. Eskiden küçük çantalarımız vardı, Ferhat’la birlikte almıştık. Tabaka unuturum, çakmak unuturum... Ferhat, kullandığımız tabakalar değişmesin diye ben her kaybettiğimde gider, aynısından bir tane daha bulur, alırdı.

O tabaka artık üretilmiyor. En son aldığında her yeri gezmiş, her yere ulaşmış, son bir tane bulduğuna emin olmuştu.

“Bunu sakın kaybetme. Birlikte yeni bir tabakaya geçmemiz gerekir artık, aynısından bulamayacağım.” dedi ve kendisi hiç kaybetmedi. O anlamda özenliydi, iyi korurdu.

Ben ise o tabakayı 6 şubattan beri ilk kez bir kere unuttum. Her yeri aradım. Biliyorum, tabaka geri gelmeyecek. Ferhat’ın bana aldığı dördüncü ya da beşinci tabakaydı belki. Beş kere hediye etti bana...

Döndüm dolaştım, Ya dedim, olabilir mi? Sonra Kapıçam’a gittim. Artık demek ki bin miligramın üzerine çıkmış hâlimiz... Tabaka, kendi yolunu bulmuş. Yine ben, Ferhat’ın mezarının başından teslim aldım tabakayı. Orada durmuştu. Korumuş, kollamış...

Ferhat, geride bıraktıklarıyla böyle işte; muhabbetle, hediye ile, hediyeleşme ile, hatıralarıyla tekrar tekrar anabileceğimiz bir sürü şey bıraktı.

Bütün nesneleri, insan eliyle yapılmış olanları kaybedersek de... Elbet ekim-kasım yeniden gelir, sonbahar gelir, Yavşan’a gideriz. Bütün fotoğraflar yanarsa, her şey kaybolursa... Sonbaharda Yavşan’a gidip çiğdeme bakarız. İlkbaharda gökyüzüne bakarız. Hatırlamaya, anmaya devam ederiz... Hele ki minik olan her ne varsa.

13. Onun ismini, hatırasını yaşatmak için ne yapılmalı? Ferhat Ağca’nın unutulmaması için en doğru yol sizce ne olur?

Az önce adını andığım Akif Şen’in bana yaptığı bir şeyle cevap vereyim. Gökyüzüne bakıyorduk Akif Abi ile birlikte, şöyle bir soru sordu:

“Ferhat’ı özlüyor musun, Hacım?”

Ben tabii çok hızlı cevap verdim:

“Abi, benim öyle bir vaktim yok. Bu soruyu soracağın başka biri varsa sor. Özlemek için zaman, zaman için mesafe, mesafe için de ayrılmak lazım. Ben tıbbi olarak ya profesyonel bir şizofrenim ya da böyle yaşamanın bir yolunu buldum.”

Akif Abi elbette bu cevapları biliyordu, ama yine de sordu, bir cevap almak istedi.

“Vallahi kusura bakma abi, benim öyle bir anım yok.” dedim.

Sonra, Raşit Hocam bu soruyu duyduğunda, “Ya böyle bir soru sordu Akif Abi. Böyle bir cevap verilebilir mi?” dedim.

O da konuyu tasavvufa bağlayarak şöyle söyledi:

“Râbıta vardır. Mürşide râbıta, şeyhe râbıta... Yani irtibat kurmak. Bunun için uzak kalırsın ve kendine bir zaman dilimi ayırırsın. Bu, akşam namazıdır, sabah namazıdır. Ya da günün herhangi bir anında ihtiyaç duyarsın ve yaparsın. Çünkü ayrı kalmışsındır, ihtiyacın vardır, onunla hemhâl olman lazımdır. İşte 'Evvel refîk, âhir tarîk' dediğimiz gibi… Önce yoldaş, sonra yol… Fenâ fi’ş-sofî, fenâ fi’ş-şeyh, sonra fenâfillah… Yani önce yoldaşınla, sonra mürşidinle, en nihayetinde ulaşman gereken yere ulaşırsın.”

Raşit Abi de “Aynen öyle” dedi: “Hacıma bu soru sorulamaz. Hacım bırakmıyor ki râbıta etsin, bırakmıyor ki özlesin.”

Dolayısıyla unutmak kelimesi geçtiği için bu hatırayı naklettim. O, unutulmayacak. Elhamdülillah. Ben kendi dünyamda, kendi gönlümde onu öyle yaşatmayı seçtim. Telefonumun ekranını değiştirmiyorum. Biz dostlarla karar verdik. Kayda girsin ki ben ısrarcı oldum. Hepsine gereğinden fazla acı çektirmeyi ben istedim.

Başta herkes... Bunu hepsi de itiraf edecek, eder... "Kaçmak!" Kaçmak kelimesinden daha uygun bir şey nasıl bulunur bilmiyorum. Mola vermek mi? "Bir duralım, hele bir dinlenelim" mi demek? Herkeste bu düşünce vardı. Ama ben dedim ki:

“Hançeri en derine kadar sokacağız. Her zerresi işleyecek. Kanayabildiği kadar kanayacak. Ne olacaksa olacak. Ama hiç kaçmayacağız.”

Biliyorum, hâlâ fotoğraflara, videolara, albümlere bakamayanlar var. Hâlâ… Ben de burada bu röportaja başlarken elbette ki zorlandım. Devam edemeyeceğimi anladım, “Bu burada olmayacak.” dedim. Ama şaşırdım da… “Ben zaten 24 saatin içindeyim, rahat konuşurum, anlatırım.” diye düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Sonra dostlar da ikna oldular, kırmadılar sağ olsunlar.

Sarılalım. Sarılabildiğimiz kadar sarılalım. Asla kaçmayalım. Daha çok anlatalım… Bütün hatıraları, hepsini, özellikle Ferhat’ı daha çok analım. Yetmiyor mu? Öyleyse şöyle yapalım: “Ferhaaaat!” diye bağıralım.

Nasip oldu, Ferhat’ı, Ahmet Abi’yi, Fazlı Abi’yi, diğer dostlarda bulabilmek, görebilmek adına umreye gittik hep birlikte. Oraya vardığımda aklıma geldi. “Eyvah!” dedim, “Harika bir şey, ama kimsenin umurunda olmayacak.” Daha doğrusu, dili bilen var, bilmeyen var. Sonra kalabalığa baktım ve düşündüm: “Bu, müthiş bir şey!” Ben de “Ferhaaaat!” diye bağırmaya başladım. Mekke’nin her yerinde, Medine’nin her köşesinde…

Zaten on ay boyunca Trabzon Caddesi’nde, ister kalabalık olsun ister tenha, “Ferhaaaat!” diye bağırıyordum. Ben polisim, emniyetteyken de bağırıyordum. Sonra dostlar bunu da kurumsallaştırdı, sağ olsunlar. Bulundukları şehirde, oldukları yerde…

Biz zaten kendi içimizde “unutmak” kelimesine imkân bırakmadık. Çünkü unutabileceğin şey, biraz mesafe bıraktığın şeydir. Biz her an, her duyguda, “fenâ fi’f-Ferhat” olduk. Biz onda kaybolduk, o bizde kayboldu.

Tabii şundan da bahsedeyim… WhatsApp’ın, Telegram’ın üç-altı ay sonra kullanıcıları sildiğini bilmiyorduk. Biz yazmaya, yazışmaya devam ettik. Eşim de şahit hepsine. Sağ olsun, akli dengemle ilgili endişeleri oldu çoğu zaman. Bir şey olacak diye düşündü. Belki de olurdu, bilmiyorum. Çünkü biz şu noktaya gelmiştik: “Ya akıl çıksın gitsin bu bedenden, ya da bu şekilde yaşamaya razı olsun.”

Kaçabileceğimiz bir yer yoktu ki… Hatıramız çok fazla. Albümlere sığmaz fotoğraflarımız, videolara sığmaz çektiklerimiz, ses kayıtları yetmez… Hatta kaydedilmemiş olanlar bile var. Ve ne yazık ki –eğer bunun adı işkenceyse– çok büyük bir işkencenin içindeyim. Ben unutamıyorum hiçbir şeyi. Mesela dostlarda şu var. Mehmet Abi’ye bir şeyden bahsediyorum. Üçlü bir sohbeti anlatayım: Mehmet Yaşar, Ferhat Ağca ve ben.

Biz Ferhat’la göz göze geliriz, çünkü Mehmet Abi’ye bir şeyi hatırlatmaya çalışıyoruzdur. Ama o hatırlayana kadar bizim doksan dokuz kelimelik cümlemizin doksan sekizini daha önce bakışarak halletmişizdir zaten. Mehmet Abi’ye bizim o doksan dokuz kelimeyi vermemiz gerekir ki hatırlasın. Ben dedim ki: “Siz bir nimetin içindesiniz.” Akif Şen Abi de öyle… Hatırlamıyorlar. Ahmet Abi’ye Mehmet Abi’yi şikayet eder gibi bundan bahsetmiştik. Bir gün Ferhat’la şöyle dedik:

“Mehmet Yaşar’a bir şey anlatıyoruz Ahmet Abi. Halbuki birlikte yaşamışız. Ama o hatırlasın diye verdiğimiz mücadeleyi bir görseniz...” Ahmet Abi ise hiç beklemediğimiz bir yere çekti konuyu.

Mehmet Abi’ye döndü ve dedi ki: “Peki, hatıralarımız ne olacak Mehmetçiğim?”

Ben hemen “Ben varım.” dedim. “Ben ve Ferhat kayıt altındayız.”

 Bu yüzden hiçbir anı, hiçbir kareyi unutamıyoruz.

Şu an önümde bir gül ağacı var. Ona baktığımda, Ferhat’ın o ağacı tutuşunu hatırlıyorum. Tarihiyle, vaktiyle, bulunduğumuz yerle birlikte o ana gidiyorum. Bu, artık benim kendi içimde kabullendiğim, sarıldığım, “İyi ki” dediğim bir hâl. Dostlar benim adıma üzülüyorlar. Çok fazla acı çektiğimi düşünüyorlar. Belki de öyledir, bilmiyorum. Ama ben memnunum. İnşallah, Gayretullah’ı incitmeden ne yapıyorsak ne yaşıyorsak yaşıyoruzdur