Kaya ağır, dinamit tahrip edici Emmi. Yol eski dininden oldu; önceden
sadece açılmıyordu, kaya geçit vermiyordu, şimdi…. Şimdi her yer patlamamış
dinamit doldu.
Adım başı habban, her adım tuzak.
Bir kısmı, patlayan üç-beş kaya ile ormanın içine savruldu.
Diğer bir kısmı, olduğu yerde toprağa gömüldü dinamitlerin; bütün orman dinamit,
kapsül, fitil Emmi.
Patlatmayı biraz geç yapalım diye düşünmüştük. Hani kimse
olmaz olmamaya da yine de el ayak çekilir, koyaklar boşalır demiştik. Güneş
bize göre batmış, yukarıdaki tepelerde işini henüz bitirememiş veya sorumsuz
ufak tefek ışıklarını derleyip toplamaya, henüz ağzını bağlamamış olduğu harara
doldurup gitmeye çalışıyordu. Doğru ya; o kadar dağı, taşı, dinamiti, kapsülü,
fitili, gülüşü, alayı buncacık cüssemle ben taşıdığıma göre, güneşin de sırtına
bindiği biri vardı elbet.
“O tarafa kimse gitmesin bir şey olmaz” dediler. Millete haber
verdiler. Ömrü hayatında patlak tabancadan daha tahrip edici bir silah
kullanmayan bana gel de anlat sen bunları. Sahiden, patlak tabanca mantarı
değil ki, eline bir odun alıp, kafalarına vurup, hepsini patlatıp çıkasın
şuraya…
Hayır Emmi. Dağ taş dinamit dolu şimdi.
Hadi gel de sabah et.
Veli Ali geldi, geldi paaat... paat… pat... dedirerek sepetli
motorunu ayağımın dibinde istop etti. Mazman Ahmet’e; “Bunlara tavuk
kestirecekmişsin, serin yerde yatıracakmışsın, Sırlı Ali Emmi’m söyledi, selamı
var” dedi.
Biri orta yaşı geçmiş-geçmemiş, biri çocuk. Maraş’tan
Çatalgedik’e kadar yolun tozunu yedirdiği; yiyemediklerini de üstlerine
başlarına sıvadığı beş kişiyi, birini motorun terkisinden, dördünü sandığından
indirdi. Çalıştırma pedalını ayağıyla düzeltti, birincisinde sanki hava
dolduruyormuş gibi yarım, ikincisinde tam basıp motoru çalıştırıp gazladı gitti.
Sadece havaya kaldırdığı, sol elini görebildim arkadan.
Ali’nin terkisinden
genç sayılmayacak kadar, yaşlı olmayan bir adam indi. Elindeki tengirşek –fötr-
şapkayı birkaç defa dizine vurduktan sonra, sol koltuğunun altına alıp iki
eliyle önce kafasındaki tozları silkeledi. Başını tamamen kaplamış olan tozlar gidince,
önceden hepsi beyazmış da cimri birinin bu beyazlığın arasına bir avuç siyah
kılı, alelade serpmiş gibi bir kafa çıktı ortaya. Yine sol dirseğini, sanki
şapka düşüyormuş da kendisi de tutuyormuş gibi, daha doğrusu şapkayı sol
dirseğiyle tuttuğunu bize gösterir gibi veyahut “Bak Mazman Ahmet, çökersem
seni yıkarım” dermiş gibi, dirseği koltuğunun altına yapışık şekilde,
yüzünü-gözünü de tozlardan temizledi. Kaşları belirginleşti. Yüzü aydınlandı.
Mazman Ahmet adama şöyle bir baktı, “Ne o ulan Hoylu bizim boz
eşeğe dönmüşsün, hangi zibillikte ağnandın –yatıp debelendin- sırtındaki semeri
n’ettin.” dedi. Ve gidip kucakladı. Hoylu koltuğunun altındaki şapkayı sağ
eline aldı. Ahmet Emmi’ye sarıldı. Eli Ahmet Emmi’nin sırtındayken, şapkayı sol
eline aldı. Sağ eliyle Ahmet Emmiyi sol omuzundan iyice bağrına bastı. Sonra birbirinden
bir adım uzaklaştılar. “Onu da sana bıraktık ağam” dedi. Gülüştüler. Mazman
Ahmet elinde değneğiyle, adamları yamacına alacak şekilde bir iki adım geriye
gidip durdu. Davuluyla motorun sandığından inen adam, o saate kadar elinde
tuttuğu davulu yere bıraktı. Belinden davulun çomağını çıkarıp çomağın tutacak
yerini davulun kasnağına, vurdukça davula dünyayı dar eden ince tarafını da
davulun derisinin üzerine gelecek şekilde bıraktı. Esasen bunu yaparken hiçbir
hesap filan da yapmadı. Elini beline attı. Çomağı belinden çıkarttı. İnsiyaki
olarak oraya bıraktı. İki eliyle kafasını ve yüzünü sildi. Sonra yine iki elini
kafasına götürüp, arkaya taranmış saçlarını, ileri-geri, sağa, sola
silkeleyerek tekrar temizledi. Elini şalvarının cebine attı. Bir tarak
çıkarttı. Sağ eliyle saçını önden arkaya doğru bir iki taradı. Bu arada sol eli
de sağ eliyle birlikte gidip-geldi önden arkaya. Sonra tarağa şöyle bir baktı.
Sol eline alıp, sağ elinin işaret ve başparmaklarını birleştirerek bir kere
tarağın dibinden ucuna doğru birikmiş olan pamukçukları sıyırıp attı. Fakat bu
hareket, tarağın diplerindeki yağdalı siyah katmanı temizlemek şöyle dursun, tarağı
çirkin bir görüntüye soktu. Davulcu “temizlediği” tarağıyla biraz önce yaptığı
gibi, iki eliyle saçını bir güzel taradı. Sırf bıyıkları ortaya çıksın, kendini
göstersin diye kazınmış suratına nispetle, çok iri; kışın keçilerimizin yemesi
için samana ek olarak baharda; Bozseki’den, Çatal’ın Beleni’nden yolup,
kıvırıp, şekil verip kuruttuğumuz üçgül, sarı bakla ve geyik mercimeği otlarının
burmalarını andıran bıyıklarını da dudaklarını tarağın ters istikametine büke
büke taradı. Tarağı cebine koydu. Elini cebinden çıkarırken bir hamle daha
yaptı, cebinden bir şey alacakmış gibi ama ondan vazgeçti. Belli ki cebinden
aynasını çıkartıp, taradığı bıyıklarına bakacaktı. “Bıyıkları” diyorum,
saçından emindi çünkü Emmi. Ya Ahmet Emmi’den ya da Hoylu’dan utandı. Aynayı
alıp bıyıklarına bakamadı.
Bir altmış boylarında, yukarıdaki malumattan anlaşılacağı
üzere, saçları arkaya taralı, “bakımlı” ve uzun bıyıklı, saçında ve bıyığında
henüz beyaz bulunmayan davulcu üzerindeki tozları temizlemeye başladı bu defa.
Önce balondan yapılmış Cin Ali adamlarını andıran, hiçbir oran ve hesaba
gelmeyecek kadar büyük olan şalvarın uçkuru ile alt taraftan bağlanmamış olsa,
yere düşüp patlayacak gibi görünen göbeğini silkeledi. Şalvarını ayakucuna
kadar silkeleyip temizledi. Sivri burun yumurta topuk ayakkabısını, şöyle bir
iki yere vurup, aşağıdan yukarı, göbeğinin duldasından görebildiği yerlerine
bir daha göz attı. Sol eliyle, şalvarının uçkurunun düğüm yaptığı ve ilmek
attığı yerinden tutarak, uçkurun kırışıklarını, şalvarın cebinin mesafesine
kadar beline doğru itti. Sonra diğer tarafını da aynı şekilde düzledi. Ve
şalvarın ön tarafı dümdüz, arka tarafı ise komple büzülmüş, kırışık daha
doğrusu pile oldu.
“Şu bizim yeğen efendi, şu da onun sıpası. Mıstafa’mın zurnasına
tavşanlar, komakertişler –kertenkele-
halaya durur, peki şu zirzop kimin nesi. Davul çaldıracak adam bulamadın mı?”
dedi Ahmet Emmi Hoylu’ya.
“O senin eğri şapkana kurban olsun ağam” dedi. Göz ucuyla, on
sekiz yirmi yaşlarında, bir yetmiş boylarında, kara yağız delikanlıya işaret
etti Hoylu. Delikanlı davulu sol onumuza aldı. Kayışı şöyle bir kıvırdı. Ahmet
Emminin yanına doğru ilerledi. Tam önünde; Ekmekçi Mahallesindeki Maraş
evlerinin enik kapısından içeriye giriyormuş gibi başını eğdi. Dizlerini büktü.
Davulu sol eline bir tepsi gibi aldı. Yere çömelmiş bir vaziyette, alttan
çubukla ve üstten de çomakla hafif hafif “tıngırdatarak” Ahmet Emminin sağından
başlayıp etrafında bir daire çizdi. İlk eğildiği yere gelip ayağa kalktı.
Ahmet Emmi “Kaplumbağa Terbiyecisi” gibi elinde değnek
delikanlıyı gözleriyle takip etti.
Delikanlı Ahmet Emminin
tam karşısına geçti. Sağ ayağını biraz açtı. Davulu karnına aldı. Karnını biraz
ileri doğru ittirdi. Elindeki çomağı havaya kaldırdı. Çomak davula indi!...
Öyle bir patladı ki davul yer yerinden oynadı.
Ortada kimse kalmadı. Dinamitler, kayalar, adamlar, ağaçlar ve
hatta dozer bile havalara savruldu Emmi.
Gözlerimi açtım, hafifçe doğruldum yatağın içinde. Neden sonra
aklım başıma geldi. Üç ihlas bir Fatiha okuyup, öbür âleme irtihal edeli yıllar
olan Mazman Ahmet Emmi, Sırlı Ali ve Davulcu Hoylu’nun ruhlarına bağışladım.
Sağıma soluma üfleyip tekrar yattım Emmi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder