ÇATAL YOLUNUN DAVULCULARI / Hasan KEKLİKCİ


Kaya ağır, dinamit tahrip edici Emmi. Yol eski dininden oldu; önceden sadece açılmıyordu, kaya geçit vermiyordu, şimdi…. Şimdi her yer patlamamış dinamit doldu.

Adım başı habban, her adım tuzak.

Bir kısmı, patlayan üç-beş kaya ile ormanın içine savruldu. Diğer bir kısmı, olduğu yerde toprağa gömüldü dinamitlerin; bütün orman dinamit, kapsül, fitil Emmi.

Patlatmayı biraz geç yapalım diye düşünmüştük. Hani kimse olmaz olmamaya da yine de el ayak çekilir, koyaklar boşalır demiştik. Güneş bize göre batmış, yukarıdaki tepelerde işini henüz bitirememiş veya sorumsuz ufak tefek ışıklarını derleyip toplamaya, henüz ağzını bağlamamış olduğu harara doldurup gitmeye çalışıyordu. Doğru ya; o kadar dağı, taşı, dinamiti, kapsülü, fitili, gülüşü, alayı buncacık cüssemle ben taşıdığıma göre, güneşin de sırtına bindiği biri vardı elbet.  

“O tarafa kimse gitmesin bir şey olmaz” dediler. Millete haber verdiler. Ömrü hayatında patlak tabancadan daha tahrip edici bir silah kullanmayan bana gel de anlat sen bunları. Sahiden, patlak tabanca mantarı değil ki, eline bir odun alıp, kafalarına vurup, hepsini patlatıp çıkasın şuraya…

Hayır Emmi. Dağ taş dinamit dolu şimdi.

Hadi gel de sabah et.

Veli Ali geldi, geldi paaat... paat… pat... dedirerek sepetli motorunu ayağımın dibinde istop etti. Mazman Ahmet’e; “Bunlara tavuk kestirecekmişsin, serin yerde yatıracakmışsın, Sırlı Ali Emmi’m söyledi, selamı var” dedi.

Biri orta yaşı geçmiş-geçmemiş, biri çocuk. Maraş’tan Çatalgedik’e kadar yolun tozunu yedirdiği; yiyemediklerini de üstlerine başlarına sıvadığı beş kişiyi, birini motorun terkisinden, dördünü sandığından indirdi. Çalıştırma pedalını ayağıyla düzeltti, birincisinde sanki hava dolduruyormuş gibi yarım, ikincisinde tam basıp motoru çalıştırıp gazladı gitti. Sadece havaya kaldırdığı, sol elini görebildim arkadan.

 Ali’nin terkisinden genç sayılmayacak kadar, yaşlı olmayan bir adam indi. Elindeki tengirşek –fötr- şapkayı birkaç defa dizine vurduktan sonra, sol koltuğunun altına alıp iki eliyle önce kafasındaki tozları silkeledi. Başını tamamen kaplamış olan tozlar gidince, önceden hepsi beyazmış da cimri birinin bu beyazlığın arasına bir avuç siyah kılı, alelade serpmiş gibi bir kafa çıktı ortaya. Yine sol dirseğini, sanki şapka düşüyormuş da kendisi de tutuyormuş gibi, daha doğrusu şapkayı sol dirseğiyle tuttuğunu bize gösterir gibi veyahut “Bak Mazman Ahmet, çökersem seni yıkarım” dermiş gibi, dirseği koltuğunun altına yapışık şekilde, yüzünü-gözünü de tozlardan temizledi. Kaşları belirginleşti. Yüzü aydınlandı.

Mazman Ahmet adama şöyle bir baktı, “Ne o ulan Hoylu bizim boz eşeğe dönmüşsün, hangi zibillikte ağnandın –yatıp debelendin- sırtındaki semeri n’ettin.” dedi. Ve gidip kucakladı. Hoylu koltuğunun altındaki şapkayı sağ eline aldı. Ahmet Emmi’ye sarıldı. Eli Ahmet Emmi’nin sırtındayken, şapkayı sol eline aldı. Sağ eliyle Ahmet Emmiyi sol omuzundan iyice bağrına bastı. Sonra birbirinden bir adım uzaklaştılar. “Onu da sana bıraktık ağam” dedi. Gülüştüler. Mazman Ahmet elinde değneğiyle, adamları yamacına alacak şekilde bir iki adım geriye gidip durdu. Davuluyla motorun sandığından inen adam, o saate kadar elinde tuttuğu davulu yere bıraktı. Belinden davulun çomağını çıkarıp çomağın tutacak yerini davulun kasnağına, vurdukça davula dünyayı dar eden ince tarafını da davulun derisinin üzerine gelecek şekilde bıraktı. Esasen bunu yaparken hiçbir hesap filan da yapmadı. Elini beline attı. Çomağı belinden çıkarttı. İnsiyaki olarak oraya bıraktı. İki eliyle kafasını ve yüzünü sildi. Sonra yine iki elini kafasına götürüp, arkaya taranmış saçlarını, ileri-geri, sağa, sola silkeleyerek tekrar temizledi. Elini şalvarının cebine attı. Bir tarak çıkarttı. Sağ eliyle saçını önden arkaya doğru bir iki taradı. Bu arada sol eli de sağ eliyle birlikte gidip-geldi önden arkaya. Sonra tarağa şöyle bir baktı. Sol eline alıp, sağ elinin işaret ve başparmaklarını birleştirerek bir kere tarağın dibinden ucuna doğru birikmiş olan pamukçukları sıyırıp attı. Fakat bu hareket, tarağın diplerindeki yağdalı siyah katmanı temizlemek şöyle dursun, tarağı çirkin bir görüntüye soktu. Davulcu “temizlediği” tarağıyla biraz önce yaptığı gibi, iki eliyle saçını bir güzel taradı. Sırf bıyıkları ortaya çıksın, kendini göstersin diye kazınmış suratına nispetle, çok iri; kışın keçilerimizin yemesi için samana ek olarak baharda; Bozseki’den, Çatal’ın Beleni’nden yolup, kıvırıp, şekil verip kuruttuğumuz üçgül, sarı bakla ve geyik mercimeği otlarının burmalarını andıran bıyıklarını da dudaklarını tarağın ters istikametine büke büke taradı. Tarağı cebine koydu. Elini cebinden çıkarırken bir hamle daha yaptı, cebinden bir şey alacakmış gibi ama ondan vazgeçti. Belli ki cebinden aynasını çıkartıp, taradığı bıyıklarına bakacaktı. “Bıyıkları” diyorum, saçından emindi çünkü Emmi. Ya Ahmet Emmi’den ya da Hoylu’dan utandı. Aynayı alıp bıyıklarına bakamadı.

Bir altmış boylarında, yukarıdaki malumattan anlaşılacağı üzere, saçları arkaya taralı, “bakımlı” ve uzun bıyıklı, saçında ve bıyığında henüz beyaz bulunmayan davulcu üzerindeki tozları temizlemeye başladı bu defa. Önce balondan yapılmış Cin Ali adamlarını andıran, hiçbir oran ve hesaba gelmeyecek kadar büyük olan şalvarın uçkuru ile alt taraftan bağlanmamış olsa, yere düşüp patlayacak gibi görünen göbeğini silkeledi. Şalvarını ayakucuna kadar silkeleyip temizledi. Sivri burun yumurta topuk ayakkabısını, şöyle bir iki yere vurup, aşağıdan yukarı, göbeğinin duldasından görebildiği yerlerine bir daha göz attı. Sol eliyle, şalvarının uçkurunun düğüm yaptığı ve ilmek attığı yerinden tutarak, uçkurun kırışıklarını, şalvarın cebinin mesafesine kadar beline doğru itti. Sonra diğer tarafını da aynı şekilde düzledi. Ve şalvarın ön tarafı dümdüz, arka tarafı ise komple büzülmüş, kırışık daha doğrusu pile oldu.

“Şu bizim yeğen efendi, şu da onun sıpası. Mıstafa’mın zurnasına tavşanlar, komakertişler       –kertenkele- halaya durur, peki şu zirzop kimin nesi. Davul çaldıracak adam bulamadın mı?” dedi Ahmet Emmi Hoylu’ya.

“O senin eğri şapkana kurban olsun ağam” dedi. Göz ucuyla, on sekiz yirmi yaşlarında, bir yetmiş boylarında, kara yağız delikanlıya işaret etti Hoylu. Delikanlı davulu sol onumuza aldı. Kayışı şöyle bir kıvırdı. Ahmet Emminin yanına doğru ilerledi. Tam önünde; Ekmekçi Mahallesindeki Maraş evlerinin enik kapısından içeriye giriyormuş gibi başını eğdi. Dizlerini büktü. Davulu sol eline bir tepsi gibi aldı. Yere çömelmiş bir vaziyette, alttan çubukla ve üstten de çomakla hafif hafif “tıngırdatarak” Ahmet Emminin sağından başlayıp etrafında bir daire çizdi. İlk eğildiği yere gelip ayağa kalktı.

Ahmet Emmi “Kaplumbağa Terbiyecisi” gibi elinde değnek delikanlıyı gözleriyle takip etti.
 Delikanlı Ahmet Emminin tam karşısına geçti. Sağ ayağını biraz açtı. Davulu karnına aldı. Karnını biraz ileri doğru ittirdi. Elindeki çomağı havaya kaldırdı. Çomak davula indi!... Öyle bir patladı ki davul yer yerinden oynadı.

Ortada kimse kalmadı. Dinamitler, kayalar, adamlar, ağaçlar ve hatta dozer bile havalara savruldu Emmi.

Gözlerimi açtım, hafifçe doğruldum yatağın içinde. Neden sonra aklım başıma geldi. Üç ihlas bir Fatiha okuyup, öbür âleme irtihal edeli yıllar olan Mazman Ahmet Emmi, Sırlı Ali ve Davulcu Hoylu’nun ruhlarına bağışladım. Sağıma soluma üfleyip tekrar yattım Emmi.          







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder