Çok severdi Mağara’yı. “Hikmet Mağaramız” diyordu. “Fikir ve Gönül Dükkânı” nın, yani Mekteb-i İrfan” ın mistik adıydı. “Medeniyetimiz ve irfanımız üstüne fikir ve gönül tâlimi yapılan saadetli bir mekân” adını koymuştu.
“Azat kabul etmez kölesiydi” Mağara’nın. Gurbet duygusu yaşatmazdı ona. Mağara dışındaki mekânlar gurbet hissî verir, ağyar kalırdı gönlüne. Aynı sohbet ve fikir tâlimleri yapılsa da Mağara kadar mekân şuuru vermez ve derûnunu sarmazdı. Bunca yıl dergâh ve uzletgâh kokusu veren Mağara gibi bir mekâna rastlamamıştı. Nice sohbet ve fikir mekânlarının hiçbiri Mağara’nın mânevî ve mistik havasını hissettirmemişti.
Mağara münzevîsiydi. Mağara’dan çıkıp modern mekânlara gitmek bir eziyetti ona. “Ancak Ali Hocam için çıkarım Mağara’dan” diyordu. Onun fikir ve gönül vatanıydı Mağara. Bir süre uzak kalması, kalpgâhından kopması gibiydi. “Zor ayrılırım buradan, kalbim buraya bağlı, vaktin oğlu oluyorum Mağara’da” diyordu.
Onun mağara benzetmesi, Platon’un ve aydınlanmacı pozitivist felsefecilerin mağara istiaresine benzemezdi. Duvarlarında gölgeler hareket etmez, sahte ve dünyevî gerçekler bulunmazdı. Batı’nın mağaraları gibi lâdinî düşüncelerle Allah’a olan hürriyet inancı zincirlenmiş mağara değildi. Ruh ve mânaca düşük olan modern mekânların fikirsizliğinden kaçanların dervişâne ve tefekkürâne yaşadığı bir mekânın ismiydi.
Mağara’dan koparılışımız vatandan uzaklaştırılmışcasına elemler yaşattı ona. Son zamanlarda “Ah Mağaram!” diye inliyor ve acı çekiyordu. Şehrin idarecileri modern mekânlarını genişlete genişlete Mağara’ya gelip dayanmışlardı. İstilacı düşman kuvvetleri gibi mağarayı dört tarafından çevirmişler ve “kamu adına” istimlâk ederek modern mekânlarına katmışlardı. Fikirli ve mistik Mağara kum ve moloz yığını hâline gelmiş, Ahır Dağı’nın dibinden silinip gitmişti.
“Hüzünkâr” nâmıyla bilinen o, dostlarına belli etmeden gözyaşlarını içine akıtmıştı. Mağara’daki hâtıraları kare kare yüreğinin üstünden geçtikçe “ah Mağara’mız!” diyerek hasta olmuştu.
Mağara hülyalarına daldığında, bir gönül dostu “Mistikliğin tuttu yine. Mağara! Mağara! Yıllardır Mağara’yı âlemin merkezi olarak nakşettin insanların dimağına. Mağara’dan çıkmalısın artık. Hicret etmelisin, yüreğinin gözleriyle görmelisin medeniyet coğrafyamızı. Bir âlimin sözleriyle ‘Akıl sahipleri bir yerde oturup kalınca rahat edemezler. Öyleyse odunu, ocağını bırak da dışarılara çık; seyahat et.’ Mağara gibi güzel mekânlar bulacaksın ” demişti de içine kapanmıştı bir müddet. Sonra şu hüzünlü yazıyı yazmıştı dostlarına:
Mağara’mızda fikir ve irfan tâlim ettiğimiz onca yıllar bir solukta geçip gitti. Derûnumuzun ve fikrimizin her vakit cezbeye kapıldığı, bediî saadetler içinde zaman mefhumunun olmadığı bir dosthâneydi, darülsaadetimizdi Mağara. Bir Hocam meydana getirmişti Mağara’mızı. Bir Hocam’ın şâkirdlerinin seher vakitlerine kadar hasbıhal ettikleri, tefekkür tâlimi yaptıkları, memleket meselelerimizi ve mukaddeslerimizi konuştukları fikirli ve dost bir mekândı. Kalp ve fikir karanlığı yoktu. İnsanı, hazret-i insan kılacak felâh bir kalbin üstüne her türlü tâlim yapılırdı.
Yıllarca sohbethânemiz oldu Mağara. Nice hüzünlü ve neşveli hasbıhallere, memleket dâvası için en koyu kelâmlara, şairlerin en yakıcı şiirlerine, Bir Hocam’ın (Bir hocam iki kişidir) ilim ve irfan üstüne yaptıkları nükteli ve mânalı sohbetlerine şahitlik etti. Müdavimlerinden bir gün olsun karşılık beklemedi bu mağara, vefalı ve hasbî idi. Lüksü ve israfı olmazdı. Müdavimleri gibi mütevazı ve sade bir yapısı vardı. Dünyevî mekân duygusu vermez, mânevî duygu ve düşünceler ihsas ederdi. Ahır Dağı’nın dibinde nice yağmur boran gördü, karlar içinde kaldı. Yine de “yeter artık, beni kendi başıma bırakın” demedi.
Mağara’mıza duhul ettiğimiz vakit dilimiz, gönlümüz inşirah bulurdu. Safiyetini kaybetmemiş mektep çocuklarının heyecanıyla koşa koşa giderdik her Cuma akşamı. İlk kim varmışsa ona imrenirdik. İlk varan fikirli çayın suyunu koyardı ocağa, sonra gözü Mağara’nın kapısında olurdu. Yemen seferlerinden ve gurbetlerden gelenleri bekler gibi beklerdi dostlarını.
Mağara’mıza girdiğimizde dünyevî düşünceler kapıda bırakılırdı. İlk gelenler sonra gelenleri selâmlardı. Önce sükût edilir, sonra diline bakılırdı gelen dostların. Fikirli ve bediî ilk cümle kimden sâdır olacak diye beklenirdi. Zarf atan ilk dost sohbet sofrasını açmış olurdu. Fikirli zarflar peşpeşe atılmaya başlardı söz meclisinde. “Gök kubbenin altında söylenmedik söz kalmadı” sözü Mağara’mız için söylenmişti sanki.
Fikir ve gönül tâlimi yatsıyı müteakip başlar, sabah ezanı vakti girince biterdi. Vaktin bitmesini istemezdik Mağara sohbetlerinde. Mağara gecelerini çok severdik. Sohbetlerin üstüne hüzün türküleri söylenirdi. Tasavvuf menşeli türküler çalınmaya başladı mı cezbeye kapılır, vecde geçerdik.
Mağara’mızda dostluk ve dost yüzü olurdu yalnızca. Her dost hem sükût eri, hem dildaştı. Her bir Mağara dostu gönlümüze şifa veren, dostluğa güç katan, dostluk terini helâlinden döken ehl-i dildi, yol oğlu’ydu, ilk göz ağrımızdı.
Mağara emzirdi bizi ilk kez ilim ve irfânla. Mağara adam etti bizi. İslâmî aşk iksiri Mağara’da düştü gönlümüze. Cezbeye kapılıp mâveraya kanatlanışımız Mağara’daki gönül tâlimiyle başladı. Mağara’da yankılandı sesimiz dünyaya karşı. Mağara büyüklerinin dizleri dibindeyken çıktı ikinci kuşağın bıyıkları. Çoğumuzun “sökük kalbi” tamir oldu, kalbindeki kirler döküldü. Kalp ve dimağımıza yerleşen modernizmin putlarını burada kırdık.
Ah, Mağara’mız! Seni çok özledik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder