Belediye binasının bulunduğu Çatalgedik;
Çatal mevkiinin veya Çatal Dağı’nın, ya da en uygun söyleyişle, Çatal
Tepesi’nin, yolculara geçit verdiği yerdir Emmi. Çatal ise; bizim
Harmancıklıların elinin altında, mercimek, nohut zaman zaman çavdar, buğday
ektikleri; hayvanlarını otlattıkları, dolma tüfeğini, cücük lastiğini kapanın
“bir keklik kapıp” geldiği; köylü kadınlarının, ev halkı yatağından kalkmadan
bir şelek odun veya evdeki keçiler için bir kucak hartlap dalı kesip geldiği
yerdir. Yine burası; baharda köylü çocuklarının çiğdem söktüğü, sümbül
topladığı, zirvesinde bir miktar ekime uygun yer olmasına rağmen, genelde orman
ve kayalık bir yerdir. Gündüz köylüler tarafından avlanıp köye götürülen
kekliklerin yerine, gece tilkilerin köyden tavukları alıp getirdiği; kuşların
öttüğü, çakalların uluduğu bir yerdir. Köyün son evine en fazla, iki sigara
içimi uzakta, birkaç yerinden patika yolla çıkılan bir tepedir. Ceyhan Nehri’ne,
şimdiye gelecek olursak, Sır Barajına bakan etekleri ise Harmancık dışında, civardaki
Yanıklı, Kocaseki köylülerinin de zaman zaman odun yapmak, dal kesmek ve hayvan
otlatmak için gelip gittikleri yerdir.
İşte buradan, Çatal Gedikte bulunan
belediye binasındaki makam odamda kapıyı kapatıp, Milli eğitim bakanı ve YÖK
başkanlığı da yapmış olan, halden anlayacağını tahmin ettiğim bir dostuma mektup
yazdım. Belediyemizin sıkıntılarını aktardıktan sonra partiden ayrılmak zorunda
kaldığımı, affımı istediğimi yazdım.
“Lafın birini ver, birini koy” demiştin
geçenlerde, madem öyle çürüğü-sağlamı bırakıp, sana Çatal’a yaptığımız yolu
anlatayım Emmi:
Partiyi değiştirip, muhalefette olan milletvekilinin
Doğru Yol’undan, iktidarın küçük ortağı olan milletvekilinin ANAP’ına geçince,
boğazımızdaki düğümün bir bölümü çözüldü. “Caesar ve İskender, ikisinin birçok
tarafları birbirine eşittir; ama Caesar’ın İskender’den üstün bir tarafı
yoktur” demiş Montaigne ama yine de sabaha çıkacak kadar soluk alıp vermeye
başladık. Dişimize kan değdi. Koalisyon hükümetinde bizim partiye verilmiş olan
bakanlıklarda ve il müdürlüklerinde esamemiz okunur oldu. Ankara’da bakanlarla,
genel müdürlerle görüşmeye başladık. Daha önce ulaşamadığımız, “toplantıda”
olan il müdürleri belediyemizi ziyaret etmeye başladı. Hatta iş öyle
hareketlendi ki, arkadaşlara biz randevu vermek durumunda kalmaya, zaman zaman da
biz “toplantı”lara girmeye başladık. Bırak onu, il ilçe müdür atamalarında bile
görüşlerimiz alınır oldu. Yemeklere, kahvaltılara çağırılır olduk.
Toplantılarda, kürsülere davet edildik, elimize mikrofonlar verildi.
Ve Çatal’a yol yapacak dozer tırdan
indirildi Emmi!..
Yapılacak yol çok, plan proje yapmaya zaman
yok. Zaten plan-proje, belediye encümeni, il daimi encümeni, ÇED raporu, işe
ödenek bulup programa aldırma; bunların hepsi herhangi bir yere yapılacak olan hizmetin
yapılmaması için icat edilmiş bürokratik setlerdir, engellerdir. Eğer hizmet
değil de iş yapmak istiyorsan; bir işi programa aldırmaya çalışacaksın. Hele
belediyenin parası da varsa, aylarca Ankara’dan gelmezsin; hafta sonları,
İstanbul, Antalya hatta Kıbrıs, hafta içi Ankara. Düşünsene Emmi, yerine vekil
görevlendirmişsin, sen gelinceye kadar belediye başkanı maaşı alacak, o memnun.
Belediye personeli başkandan kurtulmuş, onlar memnun. Kasabaya iş yapıyorsun
ki, halk hepsinden memnun. Bak tekrar ediyorum Emmi. Belediyenin parası varsa
bu dediklerim. Peki belediyenin parası yoksa? O zaman Çatal’a yol yaparsın.
Önce belediyenin karşısından, hali hazırda
kullanılan patika yol güzergâhından yapmak istedik yolu… Olmadı. Hani dedim ya
“ÇED” raporu lazım orası için. Çünkü kellesi vurulmuş iki toruğu –çam fidanı-
var ormanın. Zaten kolcularla, Fatihler Mahallesinin su deposu yapılırken
aramız açılmıştı. “Su deposu orman içine kurulmuş”.
Neyse “kolcu” lafı da uzun Emmi, sana daha sonra
iyi bir kolcu lafı da anlatacağım inşallah.
O ilk güzergâhtan vazgeçtik.
Tepenin güney yamacından girmeye karar
verdik.
İşi gücü olmayan, hatta işi az önemli
olanlar da işlerini bırakarak; Çete Bayramında; dolmasını yapıp, böreğini pişirip
Çiçek Sinemasına kurtuluş filmi seyretmeye giden, Maraşlı kadınları gibi
toplandık dozerin başına. Fakat yol güzergâhı kumlu toprak olduğu için, bizim
beklediğimiz kaya yuvarlanmasını seyredemedik. Toprağın sert bir çeşit kum
olması, işi zorlaştırsa da iyi mesafe alındı ilk zamanlarda. Üç, dört yüz metre
sonra, kumun içine kök salmış bir kayalık çıktı karşımıza. Ne yaparsan yap,
neresinden vurursan vur dozerin bıçağını. “Yok” Emmi. Bir milim geçit vermiyor
dağ. Fakat dozer operatörünü de gözüm hiç tutmuyor. Adamda kolesterol var, et
yemiyor –sanki buluyor da- tavuk ve balık istiyor. Bazen barajdan tutanlardan
balık alıyoruz ama balığın bulunamadığı zamanlarda, Maraş’tan tavuk almak
durumunda kalıyoruz. Fakat biz, yol tarlalara çıkana kadar operatöre yemek
vereceğiz, sonra kimin tarlasında bulunuyorsa o tarlanın sahibi yemek yapacak.
Bunu baştan anlaştık kasabalıyla. Çünkü belediyenin bir kişiyi uzun müddet
doyuracak kaynağı yok, kaldı ki, adamı şehirden getirme işini de belediye
yapıyor zaten. Sabah sekizde daireden alıyoruz adamı; dokuz, dokuz buçuk gibi
işe başlıyor, on buçukta çay molası, on iki yemek; saat üç, en fazla üç buçuk
dedi mi yola çıkıyoruz. Aslında temiz bir adam, otu, sigarası, içkisi yok.
Fakat” ustam daha saat üç, iki kürek daha vur” dediğin zaman para istiyor.
“Mesai vereceksin” diyor. “Beşte Maraş’ta olmam lazım” diyor. Beynim patlıyor. Kaya
kırılmıyor, yol açılmıyor Emmi.
Ve olmadı bıraktık. Hal bu ki, “Bir İbrahim
bıçağı ikiye biçer taşı”. Gel gör ki, ne İbrahim var, eline bıçak alacak, ne
İsmail, taşı kıskandıracak.
Yol yapılmadı, Çatal’a çıkamadık. Milletvekilimiz
ve partinin ileri gelen adamları ziyarete geleceklerini haber verdiler bir gün.
Uzun bir konuşma yazdım. İlk defa kasabamıza gelecek olan adamların alır
yerlerine yumruklar, tepikler hazırladım, böğürlerine hançerler, omuz başlarına
kırmalı fişekleri. Gözlerinde; kurban bayramının son günü, mal pazarında satılmamış,
ellerinde kalmış kır tekeden farksız olduğum kasabalının gönlünü alacak köy
lafları buldum Emmi. Ve millet belediyenin önüne gelip, kasabalının
toplandığında da hazırladığım her şeyi tek tek sahiplerinin önüne döktüm. “Elif’ten
Be’ye, görünmeyenden görünüre yol vardır. Yol, o noktadan açılır.” dedim. O gün
herkes kendine düşen payı aldı. Alanın aldığı, alanı ne yapması gerekiyorsa,
alan öyle oldu. İşin sonuna doğru vekile yoldan bahsettim. “Hemen şurada”
dedim. “Dozerle açamadık” dedim. “Dozeri de alıp götürücüler” dedim. “Nasıl bir
kaya bu, hadi bakalım” dedi. Kalabalık bir grupla gidip baktık. İçlerinden biri
“bizdeki kompresörü gönderelim, dinamitleyip çıksınlar” dedi. Ayaklarımızı yere
vurup, pantolonlarımızın paçalarını silkeleyerek döndük geri belediyenin önüne.
Partililer hep birlikte geldikleri araca bindiler. En son vekil girdi araca.
Vekilin tozlanan ayakkabılarını göstererek, bizim Yahya’ya işmar ettim peçete
verilmesi için. Yahya peçeteyi vekilin eline vermek yerine, elinde peçete ile
adamın ayakkabısına hamle yaptı. “Estağfurullah” deyip peçeteyi aldı Yahya’dan
vekil. Ayakkabısının tozunu, şöyle bir sildi. Düdük çaldılar, el salladık. Ve saniyeler içinde, halk oyunları ekibinin
oyunu bitirdiği anda, tüm oyuncuların
ayaklarını ileri atıp durması gibi, Yahya’nın önüne ayaklar uzatıldı. Yahya
hepsine tek tek cevap yetiştirdi Emmi.
Sırtıma en kalın kendirle yüklenmiş olan ve
günlerdir taşıdığım; her gün ve her gece bin defa kırıp parçaladığım ve yine de
bir türlü ağırlığından kurtulamadığım kaya, bir anda yuvarlandı gitti Çatal’ın
güneyinden aşağı. Meğer dünya ne kadar hafifmiş. Meğer az önce beni taşımayan
ayaklarım ne güçlüymüş Emmi.
Delikler açıldı. Dinamitler geldi. Fakat
dinamiti deliklere yerleştirip, kapsülleri ve fitilleri ayarlayacak ve
ateşlemeyi yapacak adamın işi varmış. “Ben yaparım” dedi Necati “daha önce çok
yaptım”. Karakola haber verdik. Jandarmalar geldi. Emniyet tertibatı alındı.
Millet uzaklaştırdı. Patlayacak yeri en iyi gören, asfalt yola geçtik biz de.
Fitil ateşlendi.
Otlatıp getirdiği inekleri alelacele ahıra
sürüp; düğüne koşan, eline geçirdiği ilk tabağı kavurma kazanın başındaki
emmiye uzatıp, “kalmadı” cevabını alan aç çocuklar gibi kala kaldık ortada
Emmi. Biri ikisi patladı, birkaç kaya bir-iki metre yükseldi. Fakat kayalar
bize dil çıkarmak için mi çıktı, yoksa dinamitin etkisiyle mi yükseldi,
anlayamadan yuvarlanıp gitti. Diğerleri? Diğerleri hepsi birden yerlerinden
kalktı, ayaklandı, ellendi, kollandı, pazulandı geri sırtıma bindi Emmi.
Karakol komutanı, jandarmalar ve orada bulunan köylüler el birliği edip,
kendirlerle yeniden bağladılar, içi dinamit dolu kayaları sırtıma.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder