ÇATAL’IN YOLU / Hasan KEKLİKCİ


Belediye binasının bulunduğu Çatalgedik; Çatal mevkiinin veya Çatal Dağı’nın, ya da en uygun söyleyişle, Çatal Tepesi’nin, yolculara geçit verdiği yerdir Emmi. Çatal ise; bizim Harmancıklıların elinin altında, mercimek, nohut zaman zaman çavdar, buğday ektikleri; hayvanlarını otlattıkları, dolma tüfeğini, cücük lastiğini kapanın “bir keklik kapıp” geldiği; köylü kadınlarının, ev halkı yatağından kalkmadan bir şelek odun veya evdeki keçiler için bir kucak hartlap dalı kesip geldiği yerdir. Yine burası; baharda köylü çocuklarının çiğdem söktüğü, sümbül topladığı, zirvesinde bir miktar ekime uygun yer olmasına rağmen, genelde orman ve kayalık bir yerdir. Gündüz köylüler tarafından avlanıp köye götürülen kekliklerin yerine, gece tilkilerin köyden tavukları alıp getirdiği; kuşların öttüğü, çakalların uluduğu bir yerdir. Köyün son evine en fazla, iki sigara içimi uzakta, birkaç yerinden patika yolla çıkılan bir tepedir. Ceyhan Nehri’ne, şimdiye gelecek olursak, Sır Barajına bakan etekleri ise Harmancık dışında, civardaki Yanıklı, Kocaseki köylülerinin de zaman zaman odun yapmak, dal kesmek ve hayvan otlatmak için gelip gittikleri yerdir.

İşte buradan, Çatal Gedikte bulunan belediye binasındaki makam odamda kapıyı kapatıp, Milli eğitim bakanı ve YÖK başkanlığı da yapmış olan, halden anlayacağını tahmin ettiğim bir dostuma mektup yazdım. Belediyemizin sıkıntılarını aktardıktan sonra partiden ayrılmak zorunda kaldığımı, affımı istediğimi yazdım.

“Lafın birini ver, birini koy” demiştin geçenlerde, madem öyle çürüğü-sağlamı bırakıp, sana Çatal’a yaptığımız yolu anlatayım Emmi:

Partiyi değiştirip, muhalefette olan milletvekilinin Doğru Yol’undan, iktidarın küçük ortağı olan milletvekilinin ANAP’ına geçince, boğazımızdaki düğümün bir bölümü çözüldü. “Caesar ve İskender, ikisinin birçok tarafları birbirine eşittir; ama Caesar’ın İskender’den üstün bir tarafı yoktur” demiş Montaigne ama yine de sabaha çıkacak kadar soluk alıp vermeye başladık. Dişimize kan değdi. Koalisyon hükümetinde bizim partiye verilmiş olan bakanlıklarda ve il müdürlüklerinde esamemiz okunur oldu. Ankara’da bakanlarla, genel müdürlerle görüşmeye başladık. Daha önce ulaşamadığımız, “toplantıda” olan il müdürleri belediyemizi ziyaret etmeye başladı. Hatta iş öyle hareketlendi ki, arkadaşlara biz randevu vermek durumunda kalmaya, zaman zaman da biz “toplantı”lara girmeye başladık. Bırak onu, il ilçe müdür atamalarında bile görüşlerimiz alınır oldu. Yemeklere, kahvaltılara çağırılır olduk. Toplantılarda, kürsülere davet edildik, elimize mikrofonlar verildi.

Ve Çatal’a yol yapacak dozer tırdan indirildi Emmi!..

Yapılacak yol çok, plan proje yapmaya zaman yok. Zaten plan-proje, belediye encümeni, il daimi encümeni, ÇED raporu, işe ödenek bulup programa aldırma; bunların hepsi herhangi bir yere yapılacak olan hizmetin yapılmaması için icat edilmiş bürokratik setlerdir, engellerdir. Eğer hizmet değil de iş yapmak istiyorsan; bir işi programa aldırmaya çalışacaksın. Hele belediyenin parası da varsa, aylarca Ankara’dan gelmezsin; hafta sonları, İstanbul, Antalya hatta Kıbrıs, hafta içi Ankara. Düşünsene Emmi, yerine vekil görevlendirmişsin, sen gelinceye kadar belediye başkanı maaşı alacak, o memnun. Belediye personeli başkandan kurtulmuş, onlar memnun. Kasabaya iş yapıyorsun ki, halk hepsinden memnun. Bak tekrar ediyorum Emmi. Belediyenin parası varsa bu dediklerim. Peki belediyenin parası yoksa? O zaman Çatal’a yol yaparsın.  
Önce belediyenin karşısından, hali hazırda kullanılan patika yol güzergâhından yapmak istedik yolu… Olmadı. Hani dedim ya “ÇED” raporu lazım orası için. Çünkü kellesi vurulmuş iki toruğu –çam fidanı- var ormanın. Zaten kolcularla, Fatihler Mahallesinin su deposu yapılırken aramız açılmıştı. “Su deposu orman içine kurulmuş”.
Neyse “kolcu” lafı da uzun Emmi, sana daha sonra iyi bir kolcu lafı da anlatacağım inşallah.

O ilk güzergâhtan vazgeçtik.

Tepenin güney yamacından girmeye karar verdik.

İşi gücü olmayan, hatta işi az önemli olanlar da işlerini bırakarak; Çete Bayramında; dolmasını yapıp, böreğini pişirip Çiçek Sinemasına kurtuluş filmi seyretmeye giden, Maraşlı kadınları gibi toplandık dozerin başına. Fakat yol güzergâhı kumlu toprak olduğu için, bizim beklediğimiz kaya yuvarlanmasını seyredemedik. Toprağın sert bir çeşit kum olması, işi zorlaştırsa da iyi mesafe alındı ilk zamanlarda. Üç, dört yüz metre sonra, kumun içine kök salmış bir kayalık çıktı karşımıza. Ne yaparsan yap, neresinden vurursan vur dozerin bıçağını. “Yok” Emmi. Bir milim geçit vermiyor dağ. Fakat dozer operatörünü de gözüm hiç tutmuyor. Adamda kolesterol var, et yemiyor –sanki buluyor da- tavuk ve balık istiyor. Bazen barajdan tutanlardan balık alıyoruz ama balığın bulunamadığı zamanlarda, Maraş’tan tavuk almak durumunda kalıyoruz. Fakat biz, yol tarlalara çıkana kadar operatöre yemek vereceğiz, sonra kimin tarlasında bulunuyorsa o tarlanın sahibi yemek yapacak. Bunu baştan anlaştık kasabalıyla. Çünkü belediyenin bir kişiyi uzun müddet doyuracak kaynağı yok, kaldı ki, adamı şehirden getirme işini de belediye yapıyor zaten. Sabah sekizde daireden alıyoruz adamı; dokuz, dokuz buçuk gibi işe başlıyor, on buçukta çay molası, on iki yemek; saat üç, en fazla üç buçuk dedi mi yola çıkıyoruz. Aslında temiz bir adam, otu, sigarası, içkisi yok. Fakat” ustam daha saat üç, iki kürek daha vur” dediğin zaman para istiyor. “Mesai vereceksin” diyor. “Beşte Maraş’ta olmam lazım” diyor. Beynim patlıyor. Kaya kırılmıyor, yol açılmıyor Emmi.
Ve olmadı bıraktık. Hal bu ki, “Bir İbrahim bıçağı ikiye biçer taşı”. Gel gör ki, ne İbrahim var, eline bıçak alacak, ne İsmail, taşı kıskandıracak.

Yol yapılmadı, Çatal’a çıkamadık. Milletvekilimiz ve partinin ileri gelen adamları ziyarete geleceklerini haber verdiler bir gün. Uzun bir konuşma yazdım. İlk defa kasabamıza gelecek olan adamların alır yerlerine yumruklar, tepikler hazırladım, böğürlerine hançerler, omuz başlarına kırmalı fişekleri. Gözlerinde; kurban bayramının son günü, mal pazarında satılmamış, ellerinde kalmış kır tekeden farksız olduğum kasabalının gönlünü alacak köy lafları buldum Emmi. Ve millet belediyenin önüne gelip, kasabalının toplandığında da hazırladığım her şeyi tek tek sahiplerinin önüne döktüm. “Elif’ten Be’ye, görünmeyenden görünüre yol vardır. Yol, o noktadan açılır.” dedim. O gün herkes kendine düşen payı aldı. Alanın aldığı, alanı ne yapması gerekiyorsa, alan öyle oldu. İşin sonuna doğru vekile yoldan bahsettim. “Hemen şurada” dedim. “Dozerle açamadık” dedim. “Dozeri de alıp götürücüler” dedim. “Nasıl bir kaya bu, hadi bakalım” dedi. Kalabalık bir grupla gidip baktık. İçlerinden biri “bizdeki kompresörü gönderelim, dinamitleyip çıksınlar” dedi. Ayaklarımızı yere vurup, pantolonlarımızın paçalarını silkeleyerek döndük geri belediyenin önüne. Partililer hep birlikte geldikleri araca bindiler. En son vekil girdi araca. Vekilin tozlanan ayakkabılarını göstererek, bizim Yahya’ya işmar ettim peçete verilmesi için. Yahya peçeteyi vekilin eline vermek yerine, elinde peçete ile adamın ayakkabısına hamle yaptı. “Estağfurullah” deyip peçeteyi aldı Yahya’dan vekil. Ayakkabısının tozunu, şöyle bir sildi. Düdük çaldılar, el salladık.  Ve saniyeler içinde, halk oyunları ekibinin oyunu bitirdiği anda,  tüm oyuncuların ayaklarını ileri atıp durması gibi, Yahya’nın önüne ayaklar uzatıldı. Yahya hepsine tek tek cevap yetiştirdi Emmi.

Sırtıma en kalın kendirle yüklenmiş olan ve günlerdir taşıdığım; her gün ve her gece bin defa kırıp parçaladığım ve yine de bir türlü ağırlığından kurtulamadığım kaya, bir anda yuvarlandı gitti Çatal’ın güneyinden aşağı. Meğer dünya ne kadar hafifmiş. Meğer az önce beni taşımayan ayaklarım ne güçlüymüş Emmi.

Delikler açıldı. Dinamitler geldi. Fakat dinamiti deliklere yerleştirip, kapsülleri ve fitilleri ayarlayacak ve ateşlemeyi yapacak adamın işi varmış. “Ben yaparım” dedi Necati “daha önce çok yaptım”. Karakola haber verdik. Jandarmalar geldi. Emniyet tertibatı alındı. Millet uzaklaştırdı. Patlayacak yeri en iyi gören, asfalt yola geçtik biz de. Fitil ateşlendi.   
    
Otlatıp getirdiği inekleri alelacele ahıra sürüp; düğüne koşan, eline geçirdiği ilk tabağı kavurma kazanın başındaki emmiye uzatıp, “kalmadı” cevabını alan aç çocuklar gibi kala kaldık ortada Emmi. Biri ikisi patladı, birkaç kaya bir-iki metre yükseldi. Fakat kayalar bize dil çıkarmak için mi çıktı, yoksa dinamitin etkisiyle mi yükseldi, anlayamadan yuvarlanıp gitti. Diğerleri? Diğerleri hepsi birden yerlerinden kalktı, ayaklandı, ellendi, kollandı, pazulandı geri sırtıma bindi Emmi. Karakol komutanı, jandarmalar ve orada bulunan köylüler el birliği edip, kendirlerle yeniden bağladılar, içi dinamit dolu kayaları sırtıma.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder