“Dosyaların için ömür az emmi/İstersen sen yenisini yaz emmi” Demiştin geçenlerde. İnsan kocadıkça dünyaya daha mı çok bağlanıyor ne Emmi? Eskiden, yeniden vazgeçmek şöyle dursun, her gördüğünü de alası geliyor; vermeye gelince, kırk dereden su getiriyor da kendinden bir zırnık koparmıyor.
Ekmek istiyorsun adam sana laf
veriyor, laf bedava çünkü ve herkesin ağzının içi laf dolu. Madem öyle ben de
sana bir laf vereyim Emmi:
Her ne kadar öğleden sonra
yüzmeye gidecek olsam da biraz daha fazla hareket edebilmek için ekmek almaya,
Halk Ekmek büfesine doğru yürüdüm Emmi. Parkeleri yalap-şap döşenmiş bizim
sokağı bitirip, Abdurrahim Karakoç Ortaokulu’nun arkasından yürürken,
öğrenciler de teneffüse çıkmışlardı. Her pencereden üç beş çocuk dışarı
bakıyordu. İkinci kat pencerelerinin birinden kafasını dışarı çıkaran bir erkek
çocuğu, alttakilere çaktırmadan aşağı doğru tükürdü. Bir kız öğrenci kafasını
son anda kurtardı, yukarıdakinin tükürüğünden.
“Tükürük” dedim de Emmi. İlkokul birinci sınıf
öğretmenim hemen birkaç site ileride oturuyor.
Az sonra evinin önünden geçeceğim. Camide de karşılaşıyoruz zaman zaman.
Ben daha önce görmüş, fakat tanımamıştım hocayı. Bir gün babamgil bize iftara
gelmişlerdi. Teravihe de beraber gittik. Birinci safta, İmamın arkasında oturan
Mustafa Hoca babamı tanıdı; “Sen Duran değil misin” dedi. Kucaklaşma ve sarılma
faslını namaz sonuna bırakarak sade tokalaştılar. Tebessüm ettiler. İki dostun
yüzüne kırk sekiz yıl sonra görüşmenin hazzı yayıldı. İşaret diliyle
konuşuyormuş gibi garip hareketlerini, merkezi ezanın “Allahuekber”i ile
bitirerek, ellerini dizlerine koydular.
Ben, merkezi ezana; ezanın bir
yerden okunup, diğer camilere bir kısım aletlerle aktarılmasını pek hoş
bulmadım oldum olası. Geçenlerde köyde cuma günü hoca hutbeye çıktı, bir zaman
etrafa baktı, baktı iç ezan okuyan kimse yok, kendisi okudu. Bir cami dolusu
insandan, bir “Allahuekber” diyecek adam çıkmadı Emmi. Yani şehir neyse, köyde
merkezi ezanın ne lüzumu var. Ezanın hangi vakit, hangi makamla okunacağını ne
köydeki imam bilir ne de dinleyen köylü vatandaş. Çıkıp dili dönen, aklı yeten
bir insan okusun.
Mustafa Hoca’nın köyde öğretmenlik
yaptığı zamanlarda, ekimin sonu kasım dedi mi yağmur, kar eksik olmaz köyde. Henüz çeşme yok. Sularımızı, yazın köye gelen sulama suyu
arkından, kışın -arklar aşırı yağmur ve sellerden
bozulduğu için- derelerden alırız. Bizim köyün iki yanında iki dere var Emmi. Kocabendinin Deresi köyün girişinde, Zavraklı
Dere çıkışındadır. Hoş giriş nere, neye göre giriş, neye göre çıkış. Henüz yol
olmayan bir yerin girişi-çıkışı mı olur. Nereden girersen gir. Soba küreği gibi
bir coğrafya; yukarısı dar ve dik, aşağısı düz ve geniş. Bir helkeyi toprakla
doldur, sonra yere dök, üzerine bir sahan tası su boca et, suyun akıp iz
yaptığı yerler dere, değmediği yerler tepe!..
Kırk şairi, elli yazarı yanyana getirsen; övecek, yazılarını şiirlerini
süsleyecek bir şey bulamazlar. On ressam çağırsan, beş heykeltıraş ayarlasan ne
yapacak resme konu ve ne de yontulacak heykele ilham verecek bir manzara, bir
model çıkar. Patika yol diyecek olsan, dizine kadar çamur Emmi. Sağda solda
manzara dersen; aşağıda Ceyhan Nehri var, bulunduğumuz yerden görünmez,
karşımız dağ, sağımız-solumuz ardımız dağ Emmi. Gökyüzünün bir çelik çavdar
ekecek kadar yeri görünür, o da kış olduğu için bulutla kapalı. Ağaçlar desen
yaprağını dökmüş, dımdızlak, ortada kuru daldan başka bir şey yok. Kaldı ki o
kuru dal dediğin, az bir rüzgâr gördü mü, hele hele gece rüzgârın yolunu kesti
mi bir uyku düşmanı olup çıkar. Hatta bir akşam İbiş Emmigile iki garip misafir
gelmiş; Adanalı mı neymiş adamlar. İbiş Hürü Ebem bunlara yemek pişirmiş, dağ
çayı demlemiş, yatsılık hazırlamış, “Goz kırın, armut soyun” demiş. Küçük
içeriye yer sermiş. Döşeğin bir tarafına yastık, bir tarafına yastık olmadığı
için minder koymuş. İki garip Adanalıyı; ayakuçlu-başuçlu bir döşeğe yatırmış. Üstlerine
yorgan vermiş. “Allah rahatlık versin” demiş. Esasen evde bir döşek daha varmış
ama İsmail’in evini ayırırken O’na vermişler. Dolayısıyla evde bir kendilerinin
yattığı yer yatağı, bir de misafir için sakladıkları döşek kalmış.
Sabah İbiş Emmiye, “Emmi” demiş misafirlerden
biri, “Deniz buraya çok mu yakın. Sabaha kadar dalga sesinden uyuyamadık”.
Gülmüş İbiş Emmi, değişik bir şekilde gülerdi. Gözleri tam karşıya bakar; sanki
Büyük Sır’daki bakkal ve aynı zamanda terzi; lazım olduğu zaman imam olan İmam
Çavuş’a gömlek diktiriyormuş da gömleğin yaka ölçüsünü veriyormuş gibi kafasını
düz tutup, oturduğu yerde aşağı yukarı zıplamaya çalışıyormuş gibi hareket
eder, gözlerinin etrafına biraz kırışık toplar, ağzını fazla açmadan tebessüm
ederdi. “Burada deniz meniz yok” demiş. Kıpkırmızı yüzüyle. Deniz meniz yok
Emmi köyde, yalnız İbiş Emminin evi bahçelerin içerisinde ve her yönü kavak
ağaçlarıyla dolu.
Okulun olduğu yere Zavraklı Dere
yakın. O bölgedeki evler ve okuldaki öğretmen suyunu oradan; bakır bakraçlarla,
yağ tenekeleriyle ve teneke helkelerle eve getirir. Bir de bizim “Bardak”
dediğimiz kaplar vardı. Yirmi, yirmi beş santim eninde, altmış yetmiş santim
boyunda bir çam kütüğünün bir tarafı oyularak; tutacak sap yapılır, saptan
kalan yer inceltilerek takriben onbeşe onbeş santim gibi bir ağız yapılır.
Sonra diğer taraftan kütüğün içi oyularak, ustasının bildiği kadar inceltilir.
Daha sonra geniş olan yeri bir tahta ile içeriden kapatılarak çivilenir. En
sonunda, başparmakla açılacak kadar hafif ve bir o kadar da narin bir kapak
yapılarak bardak tamamlanmış olur. Tabi tamamlanması bardağın kullanılması için
yeterli sayılmaz; suya yoğun reçine kokusunun geçmemesi için bir müddet bardak
suyla doldurup bekletilir. Yeşil zeytin tatlılama gibi düşün Emmi. Fakat ne
kadar su doldurup boşaltılırsa boşaltılsın, o çam ağacının kokusu hiçbir zaman
gitmez. “Övecek bir şey bulamazlar” demiştim ya Emmi, belki bu bardaklar
övülebilir. Çünkü onun suyundaki rayiha hiçbir kapta bulunmaz.
Ben ekmek büfesine tam varırken,
görevli delikanlı arkadaki bir dükkâna girdi, fakat beni ve benden önce ekmek
almaya gelmiş olan arkadaşı gördü. Gördüğü için olacak ki, çok kısa bir zaman
içerisinde döndü. Diğer arkadaşa “Bir lira için yüz kırk liradan olamam” dedi.
Bir lira ne yüz kırk lira ne çok da üzerinde durmadım, durmaya da değmez zaten.
Adama vereceğim yetmiş beş kuruşu, o da bana bir ekmek verip savuşturacak.
Hepsi bu.
Şeffaf poşet içindeki ekmeği
sallaya sallaya tekrar evin yolunu tuttum. Okulun teneffüs saati bitmiş,
öğrenciler pencerelerden gitmiş, sıralara oturmuşlar fakat henüz öğretmenler
derslere girmemişlerdi.
Bu ara bizim hanım yine Karatay
diyetine başladı. Allah’ın her sabahı, her kahvaltısı bir tartışma içinde geçiyor:
Aslı biraz geç yattığı için haliyle geç kalkıyor. Hanımla biz karşılıklı
oturuyoruz masada, Aslı benim solumda, hanımın sağında oturuyor. Hanım kendine
bir koca tabak yeşillik hazırlıyor, Yeşillik tabağında; marul, maydanoz, tere,
yeşilbiber, salatalık, domates; yanında yeşil zeytin, ceviz, en az iki
haşlanmış yumurta, yarım kâse çemen, birkaç çeşit peynir. Ekmek… Ekmek yok, bu
diyette ekmek yasak. Aslı her kahvaltıda, -cumartesi pazar hariç- bir parça
ekmeği bölünebilecek en küçük parçalara ayırıp önüne koyuyor, “ye” dedikçe
küçük parçanın en küçüğünü ağzına götürüyor. Elinin gölgesi tüm kâseleri
dolaşmasına rağmen, çatalı ağzına götürmeden –çünkü hiçbir şeye batırmıyor-
geri aldığı yere, çatalı incitmeden bırakıyor. Bize gelince; son güzde doğmuş
ve ilkbaharla birlikte otukmuş, gürbüz erkek oğlakların; tepenin güney yüzünde,
yeni çıkmış otların arasına daldıkları gibi dalıyoruz kahvaltı kâselerine. Ara
sıra yan gözle Aslıya bakıyorum; sabah evden çıkarken anasının yoğurduğu hamura
bakmış; tere yağlı, çökelekli bazlamaların komşu çocukları tarafından iştahla
yendiğini görüyormuş gibi başını yere eğmiş, elinde küçük bir çöple yeri kazan,
kazdıkça bazlamaya ulaşacağını düşünen, henüz davar güdecek kadar büyümemiş,
büyümediği için uzaklara gönderilmeyen, kuşluk vakti eve gelmesi gereken ve
dolayısıyla azık çıkını verilmeyen, fakat her hâlükârda ekmek bitince
gelebilecek küçük bir oğlan çocuğu edasıyla, sandalyesinde öylece oturuyor. Ara
sıra bulunduğu yerin sinekleri, evde gün doğmadan tahta kaşıkla içtiği ve
içerken döşüne döktüğü mercimek çorbası bulaşıklarına konuyor, bizimki eliyle
onları kovup, tekrar bazlama çukurunu kazmaya devam ediyor gibi hareketler
yapıyor. Bazen oğlaklarına güzel bir otlak bulmuş olmanın huzuru yayılıyor gibi
oluyor yüzüne. Fakat bir anda böğrüne sakırga konmuş buzağı gibi sıçrayıp
atıyor o duyguyu. Ve “Elhamdülillah” deyip kalkıyor. Yarım saat sonra uykusu
dağılıyor ve dünyanın en uysal yaratığı oluyor. Sonra sürünün içerisine
analarını emmesi için bırakılmış ve anasını en son bulmuş oğlak telaşıyla
yeniden oturuyor kahvaltı masasına.
“Ekmek almaya” dedik, tükürüğe bulaştık Emmi.
İşte o kış günü o derelerden akan sular var ya; bildiğin boz bulanık, mırık akar.
Kullanmak için evde bir gün bekletmen lazım. Tabi onu bekletecek kadar kabın
varsa. Öğretmen suyu öğrencilere getirtirdi. Büyük abiler vardı. –Bu cümle
garip oldu- Biz “abi”yi şehre gelince belledik, köyde bizden büyük gençlere
“ede” derdik, cümlenin garipliği ondan Emmi. Bazen abilerle su taşımaya ben de
giderdim. Yalnız, öğretmen bizi çok fazla döverdi. Hele hele eli kulağımızdan hiç
gitmezdi. Öyle ki sınıfta yürürken, elinde birinin kopmuş kulağı var
zannederdik. Aradan elli yıl geçmiş, ben emekli olmuşum, hoca emekli olmuş,
bazı arkadaşlarımız vefat etmişler. Şimdi düşünüyorum da Emmi... Hadi bırakalım
sular bulanık kalsın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder