Kelimelerim tükenmişti.
Boğazım da kurumuştu emmi.
Boğazıma dizilen köfteleri olduğu
yerden oynatmanın çaresi kalmamıştı. Boğazıma dizilen köfteleri olduğu yerden
oynatmanın tek çaresi, boğazımı ıslatmaktı. Yemeğin suyu bitmiş. Tastaki su
bitmiş. Hatta Kör Fahıların pınarı, Çatal’ın Pınarları kurumuştu. Bir gözyaşı
kalmıştı elimde kala kala. O da “ha” demeye öyle ulu orta kullanılmaz ki Emmi.
Yoksa dağı taşı önüne katacak, yakın kenarındaki, uzak kenarındaki her şeyi denizlere
kadar sürükleyecek bir sel hazır bekliyordu. Bıraksan. Bıraksan her şeyi alıp
götürecek. Ne köfte kalacak, ne leğen, ne Çatal ve ne de yol… Ama bırakamazsın:
Herkes yemeğini bitirmeden, sahanlar iç içe konulmadan, iç içe konmuş
sahanların en üstündekine kaşıklar konmadan, en üsttekine kaşıklar konmuş olan
tüm sahanlar, azık çaputunun ortasına konmadan; azık çaputunun ortasına konmuş
olan sahanların bulunduğu azık çaputu; önce iki tarafından çapraz, sonra diğer
iki tarafından bağlanmadan; dört ucundan çapraz bağlanmış olan boş azık çıkını ortadan
alınıp yan tarafa konulmadan; yan tarafa konulmuş olan azık çaputunun içinde
gelen yemekleri yapanların ve orada bulunan cemaatin, geçmişlerinin ruhlarına
Fatiha okunmadan, oradan kalkamazsın Emmi. Kalkamazsan ağlayamazsın, gözyaşı
ile boğazını ıslatamazsın. Çünkü gözyaşı sadaka gibi olmalı Emmi. Sağ gözün
yaşını sol göz görmemeli.
Azık çıkınına sade kaşıkları ve
tabakları, yani yenilebilecek evsafta olmayan malzemeyi çıkın edersin Emmi, “taştan
yumuşak” ne varsa hepsi yenmiş olur çünkü.
Okunan Kur’an, edilen dua ve
bağışlanan Fatiha “sel”in önündeki seddi biraz daha güçlendirdi. Zeki’nin
Seli’ni geride bırakacak bir seli önledi Emmi.
Operatör önde ben arkada dozerin
yanına geldik. Yol enlemesine tepenin sonuna kadar gelmişti. Bulunduğumuz
yerden hafif bir dönemeç yapacağız ve tepeyi aşacağız. Ondan sonra iş kolay; dozer
dümdüz bıçağı vurup gidecek, tepenin zirvesine, güneyden kuzeye doğru. Daha
sonra da oradan tekrar batı yönünde bir dönemeç yapılacak ve Karadeniz
dağlarındaki yollar gibi döne döne barajın kenarına kadar ineceğiz.
Dozer “kolay gelsin” manasına
elimi havaya kaldırıp az ilerideki kayalara doğru hareketlenecektim ki,
arkamdan bir ses:
“Bak hele, o yolu oradan
yapmayacaksın.”
Yanımda bir kadın beliriverdi Emmi.
Bir an göz göze geldik. Daha ben kendimi toparlayamadan ikinci cümle, bir
öncekine göre daha zavırlı bir şekilde yayıldı, Çatal’a:
“Ben tarlamdan yol geçmesine
gayıl değilim.”
Nasıl bir gelim geldiyse, “hoş
geldin” dediğimi duymadı bile; bizim köylülere göre oldukça uzun boylu, zayıf;
üstünde, ilk rengi hakkında en ufak bir kanaat oluşturmayan; kollarının uçları
–ne zaman eskimeye başladıysa- yarısına kadar lime lime olmuş, ipleri sarkan; köyde
dikiş makinesi olan biri tarafından dikildiği her halinden belli olan; üzerini örtmeye
mecbur edildiği bedenden İllallah etmiş bir bluz. Altında dizlerinde ve
dizlerinin arka tarafında; üzerinde soluk renkli küçük küçük çiçekler bulunan,
diz donu artığı bir bezle yamanmış ve kaç yüz defa arkası önüne çevrilip
giyildiği belli olmayan, aşık kemiğinden bir süngüç (baş parmakla işaret parmağı boyu) yukarıda duran, soluk renkli göçmen
donlu –şalvar- kadın. Oldukça büyük ayağında; mavisi henüz solmaya başlamış,
başparmakları dışa doğru iz yapmış bir lastik ayakkabı. Aşık kemiğinin altında,
ayakkabının bittiği yerde, ayağının teri ve yolun tozu ile oluşmuş; “çamur”
desen çamur olmayan, “kir” desen kire benzemeyen; yukarı doğru incelerek çıkan,
tozla yoğurulmuş bir ter tabakası Emmi.
Sağ eli tutamakta, sağ ayağı
palette, sol eli ve sol ayağı havada asılı duran operatörü fark ettim, neden
sonra. Bastığı yeri ve tuttuğu yeri görmesem, “kim asmış bu adamı havaya”
diyecektim. Tekrar kendimi topladım. Evet, adam havada asılı bir vaziyette bana
bakıyor. Bir müddet adamla birlikte havada asılı kalan gözlerimi güç bela
aldım, adamın üstünden. Ve kulağımla duyacaklarımı “tasdik” ettirmek için kadına
yönelttim, adamdan aldığım bakışlarımı. Kadın “Ben buradan yol vermem.” diyor. Duyuyorum,
görüyorum “Yol vermem” diyor. Bir yandan da yalın kat bağlayıp, çenesinin
altından ilmek yaptığı tülbendinin, sol şakağını örten yerinden dışarı çıkmış
olan, soluk kına rengi saçlarını; iki taraflı topuzlu ve iki ucu arasında bir
miktar açıklık bulunan, manyetikli “stres bileziği” bulunan sol eliyle tülbendin
altına sokmaya çalışıyor. Ve kadın, yüzüne göre büyük olan ağzını büze büze
konuşuyor. Bazı kelimeler ağzından çıkmakta zorlanıyor ve dudaklarının
büklümlerinde kaybolup gidiyor Emmi.
Hal bu ki; yol güzergâhı tarla
sahipleri ile defalarca konuşuldu, anlaşıldı. Ve yol şu anda ablanın tarlasının
sonuna kadar geldi. Geriye tarlasının kenarından tepeye doğru çıkmak kalıyor. Ama
kadın “Nuh” diyor, “Peygamber” demiyor. Dişini değişmiyor Emmi. Kaldı ki
yaptığımız bir kürek ağzı yol. Köprü değil, otoyol değil.
Ne denir, ne yapılır aklım
almıyor. Ben erkekle dövüşmesini bilmem ki, kalkıp bir kadınla kavga edeyim.
Bir yüzüm ağlar, bir yüzüm güler
“tamam” dedim.
Makam şoförünü çağırdım. Zaten
gözü ayakkabısında olan dozerin operatörünü Maraş’a, sağda solda kepazeliğimizi
seyretmeye gelen insanları da evlerine bırakıp gelmesini söyledim. “Abla ön
koltuğa otursun, arkaya beş-altı kişi sığar nasıl olsa” dedim. “Siz” diyecek
oldu, ya da bana öyle geldi. “Ben belediyeye inerim, akşam kalalım” dedim. Niyetim
ablanın yarmasının kaynadığı birini bulup, minnetçi göndermek Emmi.
Efsane bu ya: Allah’ın aslanı
Hazreti Ali Efendimiz; yarısına kadar Menzelet Barajının sularına gömülmüş olan
Ali Kayası’ndan, bizim dozerin önünde bulunan kayaya atlıyor, buradan da “Eğil
Düldül eğil” deyip, Çatal’ın güney batısında bulunan Düldül Dağı’ndan aşıp
gidiyor. Düldül’le mi, yaya mı onu Allah bilir. Nereye gidiyor? Onu da Allah
bilir. Efsanede geçen ve üzerinde Hazreti Ali Efendimizin ayak izi olduğu
söylenen kayaya doğru yöneldim.
Küçük bir sıçrayışla çıktım
kayaya.
Bir an sağ elimi kulağıma attığımı
hissettim. “Allahuekber. Allahuekber…” diye bağırmaktan son anda aldım kendimi.
Of Emmi… Of…
Çocukken; nerede çıkabileceğimiz
kadar yüksek bir yer görsek, oraya çıkıp hemen ezan okumaya başlardık. Bu,
bazen bir kayanın en yüksek yeri, bazen evimizdeki yüklük ve bazen de bir çam
toruğunun tepesi olurdu.
Ezan okumaktan vazgeçtim. Sezai
Karakoç’un şu mısraları döküldü dilimden Emmi: “Binmiş gelirdi Ali bir kır
ata/Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder