“Onlar
hep kendi çektiklerini ekledi, sense çektiklerini beğenmedin de mi başkalarının
çektiklerinin hatırını saydın?” derken Ahmed Suphi Usta’nın bu sözü havada
asılı duran uçan bir balon gibi kalsa da, Dürre-i Beyza tespihli
hanım kız ve Râci
bu cümle için saatlerce tefekkür edebilirdi. Çünkü bu tefekkür dersini Aynalı
dededen her üçü de almıştı. Sahi bir anda atölyesine farklı bir dünyanın da olduğunu
sunan bu türküler de neyin nesiydi ki radyodan gelen türkü “Kul olayım kalem
tutan ellere” ses olup kalplerde yankılanırken ve Râci
gördüğü bu renk karşısında şaşkınlık içindeydi.
Ahmed
Suphi Usta kendi kendine konuştukça Dürre-i Beyza oturduğu köşede büklüm büklüm
büzüldü. Sahi, buraya ne için gelmişti de bu cümle bir yankı olmuştu
kulaklarında… Bu atölyeye her gelişinde boş ama hep dolu gittiğini düşündü. Bu
sefer atölyenin duvarlarına boyanmış cümleler ses olup yankılanmıştı,
Mihrimah’ın kulaklarında… Boyanın rengi kızgınlık olsa da Ahmed Suphi Ustanın
rengi aydınlıktı ve Raci bu aydınlığı Dürre-i Beyza’ nın
kadife kesesinde gördü…
“Ustam,
hayrdır bir durum mu var?” derken onu sakinleştirmek için çaba gösteren Râci
telaşlandı, bir bardak su getirdi ustasına…
Dürre-i
Beyza,
anlıyordu bu cümlelerin sebebini o kadar utandı ki yaptıklarından bunun
telafisi nasıl olabilirdi? Oysa o, buraya Dürre-i Beyza tesbihi
elinde nasıl tutması gerektiğini sormak için gelmişti. Şimdi kalkıp gitse ayıp
olurdu lakin sessiz bir şekilde olanları seyre daldı. Râci,
ustasına bir bardak su getirdi. Su ne kadar güzel duruyordu bardağın içinde,
berrak ve hiç bulanmamış…
Radyodan
gelen türkünün adı “Şu tepe, pullu tepe” o kadar etkiliydi ki. Tespih ustasının
gözleri bu türküyü dinledikçe doldukça taştı… Gözyaşları tezgâhın üstündeki
kadife kesesinin üstüne düştü.
“Râci, benim
kızgınlığım kime biliyor musun? Benim yanımda çıraklık yapan sizlere …
Çektiklerinizi nasıl çektiniz de bir başkasını incitecek sözler doldu bu odaya…
Atölyenin içine dolan taş sesleri bugün duvarlara boyandı ki her gelen bunu
hissediyor, sizler farkında değilsiniz?”
Dürre-i
Beyza tespihli
kız olanların farkında değildi ama Ahmed Suphi Ustası için o kadar çok üzüldü
ki atölyeden bir an için gitmek istedi, bunu ona hürmet ederek yapmadı,
yapamadı. Râci daha
bu sabah buraya gelmiş, her şey bu â na kadar normalken normalken bu kız talebesinin
gelişiyle birçok şeyin değiştiğini fark etti. Bu hanım talebe sessiz, sakin
olsa da Ahmed Suphi Ustasına olan hürmeti de sonsuzdu. Hatta kendisi Aynalı
dedesine nasıl hürmet gösteriyorsa o da ustasına o derece hürmetkârdı.
Radyodaki
sesin söylediği türkü “Etek sarı” derken, tespih ustası sakinleşmişti. Ahmed
Suphi Usta, Dürre-i Beyza tespihli hanım kızın kadife kesesinin ucundaki
simli ipliği çözerek ve içinden onu çıkardı. Göz kamaştıran kelimeler sıra sıra
diziliydi ve Râci
hayretler içindeydi. Bu tespih Aynalı dedenin kutusundaki tespihin aynısıydı…
Şimdi
sıra Râci’deydi.
Bu sefer de o ustasının hanım kız talebesine vereceği ilk dersi dinleyecekti.
Ahmed
Suphi Usta daha önce defalarca bu dersi ona vermek istemiş lakin bu hanım kız
yoğunluğundan, derslerinden o kadar dert yanmış ki vakti olmadığını dile
getirmişti. Evet, Dürre-i Beyza tespihli bu hanım talebe Edebiyat II. Sınıf
öğrencisiydi adı da Mihrimah Sultandı… Râci’nin hayret ettiği bir nokta vardı. Neden ustası
bu isimle hitap etmiyordu bu hanım kıza? Sanki aralarında bir sır vardı ve
sessiz bir şekilde her şey çözülüyordu tek tek, sırasıyla…
Tespih
ustası ona beş tane kelime verdi ve ekledi “Bu sana ödev olsun. Ama kulaklarını
iyi aç, söylenen sözler ne olursa olsun kalpte yer eder. Bunu unutma!…”
Bu beş
kelimeden biri; Kardan bir suydu ki o artık erimişti. Şimdi bu su, vazonun dibinde
su’dan bir gece gibi duruyordu…
İkinci
kelime; Her şeyin Allah’tan geldiğine inanarak onun varlığının tekliğine
inanmaktı…
Üçüncü
kelime; Bu iki kelimeyle dili alıştırdıktan sonra kalpte muhabbeti daim
etmekti…
Onun adı her bahçede adı Gül’dü. Bu isimle anılırdı ki tüm kapılar onun adıyla açılırdı, özellikle kalbin anahtarı buydu…
Onun adı her bahçede adı Gül’dü. Bu isimle anılırdı ki tüm kapılar onun adıyla açılırdı, özellikle kalbin anahtarı buydu…
Dördüncü
kelime; Hayrın ve Şerrin Allah’tan olduğuna inanmak ve onu anmak her bir
zerrede…
Beşinci
kelime; İhlâslı bir
şekilde onun huzurunda olmak aynı zamanda yapılan her işte onun varlığını
düşünerek hareket etmek…
Râci, bu
kelimeleri bir türkü dinler gibi dinlese de aslında o da durumu kısmen
anlamıştı. Sahi bu hanım kız kimdi ki bu atölyeye elini kolunu sallaya sallaya
gelebiliyordu? Sadece ustasının ona çok değer verdiğini biliyordu. Dürre-i Beyza espihli
bu kız nasıl oturduysa, sessiz bir şekilde öylece kalktı ve gitti…
Radyodaki
ses “Pencerenin buğusuna çizdim yüzünü” derken Râci, gece boyu ilk iş gününde
tespih atölyesinde yaşadıklarını kefeden kefeye aktarıp tartıyordu. Sağ
elinden, sol eline geçen ustasının verdiği tespihi, aşkla çekerek…
Râci,
Aynalı Dedeyi özlemle ve Zümrüd-ü Anka’yı merakla düşündü…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder