Balkon, balkonun önünde kayısı ağacı,
kayısı ağacının sol tarafında kuşçunun evi, kuşçunun evinin damında kuşlar,
kuşların pineğinin çatısında bir kedi, kayısı ağacının sağ tarafında site,
sitenin küçük dar bahçesinde beyaz bir brodway ve bazen gecenin bilinmez bir
saatinde, bilinmez bir sebepten dolayı sönüp, tekrar yanan; önce sarı, sonra
beyaz bir renge bürünen ancak kendi dibini ve benim yüreğimi aydınlatacak kadar
ışığa sahip olan sokak lambası…
İşte benim hayatımın bir kısmının
kısa bir özeti.
Daha doğrusu benim en sevdiğim
kısımları…
İçerisi mi?
Oda…
Benim odam.
Belki de tek sığınağım.
Bir elimde tütün, diğer elimde
çay… Balkonda, günlük alışık olduğum resmi izlerken bir an kendimi kaybetmişim.
Ne balkonun kapısının açılışının, ne de dostumun yanıma gelişinin fark etmedim.
Usulca bana dokunmasıyla irkildim.
-Hayırdır? Yine onu mu
düşünüyorsun?
-Yok… Ne… Neyi?
-Onu?
Sigaradan bir nefes daha çekip
dumanını boşluğa saldıktan sonra cevap verdim:
-Hayır! Bu sefer sana anlatacağım
hikâye başka. Elbet içinde ondan birkaç parça bir şeyler olacak ama canımı
sıkan çok şey var. Birisine anlatılınca dinmeyecek ama sadece hafifleyecek olan
şeyler.
-Tamam. Hadi gidelim.
-Dur şunlar bitsin.
Çay zaten buz gibi olmuştu. Hava
biraz soğuktu ama nedense son zamanlarda soğuğu hissedemez olmuştum, çayımı
soğutmasının dışında.
Sigaramdan birkaç nefes daha
alıp, balkonun kenarında söndürdükten sonra külünü silkelediğim site ile bizim
apartman arasındaki boşluğa atıyorum.
İkimiz de içeri giriyoruz. Bir an
odanın her yerinde dolaşan gözlerim sanki gizli bir şeyler arar gibiydi.
Yatağımın üzerine biraz önce bıraktığım montumu üzerime geçirirken, dilimden
Peyami SAFA’nın sözlerinin çıktığını, sözleri söyledikten sonra fark ediyorum:
-“Bu odada bir şey, bu odada
mühim bir şey var. Merak ediyorum. Anlamak istiyorum, beni karşılayan bu
sessizliği yenmek istiyorum.”
-Anlamadım.
-Boş ver. Sana söylemedim.
Omuz çantamı alıyor ve odadan
çıkıyoruz.
Evin dışına çıktığımız zaman
farkına varıyorum, havanın karardığının. Yokuş aşağı inerken sadece susuyoruz.
Bilmiyorum, belki de konuşmak ağır geliyordur bize. Fakat içimde bugün yabancı
olduğum bir his var. Sanki uzun süre suyun altında kalmış, tam boğulmak
üzereyken suyun yüzeyine çıkmış gibiyim. Ciğerlerime dolan bütün suyu
boşaltacak bir yer arıyorum. Bu yüzden bu sükût ağır geliyor bana. Konuşmak
istiyorum ama sanki her söz anlamını yitiriyor gibi.
-Yazamıyorum.
-Sen yazmadan duramazsın.
-Doğru ama anlamıyorsun. Yazmak
yüreği tertemiz olan kâğıdı karalamaktan ibaret değil ki.
-Oku o zaman.
-Çıldırmak üzereyim.
-Neden?
-İki buçuk aydır evden dışarıya
çıkmıyorum. Ben hayatımda böyle hasta olmadım. Sadece hastane ile ev arasında
mekik dokumaktan ve kitap okuyup düşünmekten usandım.
-Anlat o zaman.
-Neyi anlatayım? Düşüncelerimi
mi? Yoksa içimdekileri mi?
Birden durdu. Gülümsüyordu.
-Noldu? Neye gülüyorsun?
-Sen gerçekten delisin.
-Sen de öyle değil misin?
-İkimizde güldük ve tekrar
yürümeye başladık. Sonra o devam etti:
-Bak, ikimizde deliyiz burası
kesin ama sana tek bir tavsiyem var. İçindekileri bana, düşüncelerini de
okurlarına anlat.
-Neden?
-Senin düşüncelerinden ben
anlamam ama içindekilerini de okurların anlamaz. Üstelik sana da deli derler.
Hangi yazar kendi hayatını, kendi içindekilerini yazar ki?
-Anlamadım. Sence yazar
yazdıklarına kendinden bir şeyler katmamalı mı?
-Evet katmamalı. Yazar eserinin
içinde kaybolmalı.
-Neden?
-Beni bilirsin, ben fazla okumayı
sevmem ama bir kitap okuyacaksam yazarın hayatını değil, kendi hayatımı
okumalıyım.
-Ama yazar kendi hayatını
anlatmadan senin hayatını nereden bilecek ki?
-Offf… Anlamazlıktan gelme. Ben
öyle demiyorum. Dilim senin kadar dönmüyor ama sen ne demek istediğimi anladın.
-Yani diyorsun ki; yazar,
okuyucularına kendi anlatmak istediklerini değil, okuyucunun duymak
istediklerini söylemeli. Üstelik bunu eserinde görünmeden yapmalı. Tıpkı bir
gül bahçesinin bahçıvanı gibi. Kim bir gül bahçesine girdiğinde o güllerin
içinde gezinip, kokusunu içine çekmek varken bahçıvanın o güller üzerindeki
emeğini düşünür.
-İşte bu… Ben de bunu söylemeye
çalışıyorum.
-Ama tuhaf olan ne biliyor musun?
-Ne?
-Olduğu gibi yazmıyor, yazdığı
gibi okumuyoruz! Yazar bize anlatmak istediklerini yazıyor; biz de sadece
duymak istediklerimizi okuyoruz.
-Aynen öyle…
-Aslında içimi yakan konulardan
birisi de bu. Hani bir söz vardır. “Çok okuyan mı bilir, yoksa çok gezen mi?”
diye. İşte tuhaf değil mi? Bazı kitapları yazması gereken kişiler yazmıyor.
Yani, nasıl anlatayım… Şöyle düşün… Bir mağaza var ve o mağazada çalışan işinin
ehli insanlar ama bir bakıyorsun o mağazaya o işten anlamayan birisi müdür
oluyor. Böyle bir şey… Mesela bir yazar bir roman yazacak ama ne yazmak
istediği yeri gezmiş, ne de o yer hakkında bir şeyler biliyor.
-Yani diyorsun ki, bizim köy
hakkında birisi bir kitap yazmak istiyorsa; o kişi, şehirde balkonunda oturup
bir yanında kahvesi diğer yanında bilgisayarı olan birisi değil de köy hayatını
bilen birisi olsun diyorsun.
-Evet, aynen öyle… Hiç olmazsa
yazarken, köy hakkında birkaç kitap okusun, biraz araştırma yapsın.
-Çalıkuşu?
Bunu söylerken gülmüştü.
Gülüşündeki imayı sezmiştim. Ama birden bu kitabın, daha doğrusu “Çalı Kuşu”
sözünün söylenmesi benim birdenbire durmama sebep olmuştu. O da durdu. Hala
gülümsüyordu, ne söylediğinin farkında olan insanların tavrıyla. Ayaklarımın
bütün dermanı kesilmiş gibiydi. Bundan sonra nasıl yürürüm bilmiyordum.
Etrafıma baktım. “Şehrin gürültüleri de benim aksi istikametime doğru yürüyerek
uzaklaşıyorlardı ve sesler, uzaklarda, sallanıyorlar, sallanıyorlar ve koparak,
parçalanarak, şehrin derinliklerine yuvarlanıyorlardı.” Yavaş yavaş, belki de
zorlukla yürüyerek az uzağımda bulunan banka oturdum. Montumun iç cebindeki
tütün tabakasından sarılı bir tütün alıp tabakayı yerine yerleştirdim. Diğer
elim ceplerimde çakmağı ararken dostum bana çakmağını uzattı. Sigaramı yakıp
uzaklara doğru saldım dumanını. Gözlerim dumanın havada süzülüşünü izleyerek
gökyüzüne yükseldi. Bir süre üzerimizde uçan güvercinleri, bulutları seyre
daldı.
Tekrar ona baktığımda hala
ayakta, bana bakıp gülümsediğini gördüm. Elimle yanıma oturmasını işaret ettim.
Oturdu ve cebinden paketini çıkarıp bir sigara yaktı. Bir şeyler söylemem
gerektiğini hissettim. Fakat söylediğim şey onun duymak istediği şey
olmayacaktı, biliyorum. Fakat o konuya girmek istemiyordum.
-“Çalı Kuşu” konuştuğumuz
şeylerin en güzel örneği. Bir yazar okuyucularına hem duymak istediklerini hem
de düşüncelerini kendini hissettirmeden nasıl böyle güzel anlatabilir ki?
Tahmin ettiğim gibi o, duymak
istediğini duyamamıştı. Bana boş gözlerle bakıyordu. Gözlerini karşıya çevirdi.
Önce Özel İdare binasının önündeki bankamatikte sıraya girmiş insanları, sonra
Özel İdare binasını seyretti. Gözlerini izlediği yerden ayırmadan bana sordu:
-Ne zaman gidiyoruz?
-Nereye?
-Köye…
-Sınavlar bittikten sonra gider
birkaç gün kalırız.
-Bizim köyden bahsetmiyorum.
-Nereden bahsediyorsun?
-“Çalı Kuşu”na ne zaman
gidiyoruz?
Ne söyleyebilirdim ki? Gitmek istiyordum bu şehirden uzağa belki
başka bir şehre, belki de başka bir ülkeye ama son birkaç aydır gitmek
istediğim en son yer orası, onun yanı. Onu iki yıldır görmüyorum. Sadece
etrafımdan aldığım birkaç haberle teselli ediyorum kendimi. En son altı ay önce
mesaj atmıştı bana. Ücretli öğretmenlik için bir köy okuluna gideceğini. Ailesi
ona özel bir okulda iş bulmuş ama o kabul etmemişti. Lakabını hak ediyordu.
Çalı kuşu… Tek bir hayali vardı zaten, köy okullarındaki çocukların öğretmeni
olmak. Tıpkı “Feride” gibi… En
son, numarasını telefonumdan silmeden önce bir söz paylaşmıştı. “Gidersem
kariyerimi kaybedecektim ama kalsaydım aklımı…”
-Gitmiyoruz…
Şaşırdı, bana çevirdi gözlerini,
sebebini merak edercesine. Sigaramdan bir nefes daha saldım gökyüzüne doğru,
onun şaşkın gözleri karşısında.
Gökyüzünü özleyerek geçiyor
günümüz. Ayaklarımızın yeryüzüne bastığını unutarak…
-Yoruldum artık… Sana evde,
balkondayken bahsettiğim, anlatmak istediğim hikâye bu. Bu sefer anlatacağım
onun hikâyesi değil, benim hikâyem. Elbet içinde ondan birkaç parça bir şeyler
olacak ama canımı sıkan çok şey var. Birisine anlatılınca dinmeyecek ama sadece
hafifleyecek olan şeyler. Yorgunluğumun, uykusuzluğumun hikâyesi…
-Desene yine aynı hikâye…
(DEVAM EDECEK)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder