“Her
güzellik DUA ile başlar!”
Kadife kesesinin
içindeki yenilenmiş tespihinin sesini dinlemek için sabırsızlıkla üniversitenin
bahçesinde sakin bir yere oturdu. Tespih
atölyesinde fark ettiği detayları bir bir gözden geçirdi. Çünkü bu detayları fark
etmesi, Mihrimahın kendisinde olan eksikliğini ve bazı şeylerin bilgisizliğinden
dolayı yanlış olduğunun göstergesiydi. Bilgiyle dolu olan insan mutlaka her
işte, her halde ve her karşılaştığı sorunu çözmekte sahip olduğu değerlerle
bağlantı kurar bir şekilde durumu çözerdi.
Tespih
ustası ilk önce Mihrimah’ın tespih kesesini değiştirmişti. Tespih ustası ona bu
keseyi bir çanta içinde saklayıp vermişti. Bu nedenle atölyeden çıktığında aklı
çantanın içindeki taşlarında olan Mihrimah kesesini hiç ama hiç düşünmemişti.
Bir “Ah!” Dedi hayıflandı kendine… Kesenin rengini anlatmaya kelimeler yetersiz
olsa da görününce değil de dokununca tuşesinin yumuşaklığı onun bir ince kadife
kumaştan dikildiğini belli ediyordu. Bu Mihrimah için “Ruhtu/Kalpti”… Ruh
kesenin kumaşı olurken, kalp o seslerin dolduğu keseydi..
Mihrimah,
kadife kesesinden çıkardı tespihini. Bir de ne görsün? Tespihin taşları parlamış
ve tespih ustasının bağlayıp sıraladım dediği ipin varlığına alamet bir şey
yoktu ama taşlar birbirine sımsıkı olacak şekilde sıralanmıştı. Tespih ustası
ışıl ışıl parlayan tespihin en uç noktasına imâme taşını da eklemiş…
“Ah! Tespih
ustası ah! Ellerin dert görmesin. Şimdi ben nasıl öderim sana olan borcumu…”
diye mırıldanırken Mihrimah, ilk yapması gereken şeyi önemsedi…
Okumak,
ama yeniden okumak! Okudum, biliyorum dediği her ne varsa yeniden okumalıydı.
Çünkü bu, onun fethedilmesini istediği tüm kapıların ilk şifresi ve
anahtarıydı… Okuduğu kitabın başlığı ilgi çekici olsa da yazarını tanımalıydı,
dinlediği şarkıların, okuduğu her bir şiirin cümlelerinde duraklarken
unutuyordu o sözleri yazan kişileri… Çünkü herkesin bu cümleleri yazan kişinin
kimliğini bilmeye hakları vardı.
Kulağına
taktığı kulaklıktan dinlediği ses “Benden bu ömrümü çalanı getir!” türküsünü
söylüyordu.
Kulak
duyar, göz görür, eller yazar ama bunları yapan kalptir. Bu sebeple kalbin
gördüğü ve duyduğu her şey temiz ve berrak olmalıydı ki melekler en güzeli yâr
edenin adıyla yazmalıydı. Bu gibi düşüncelerle Mihrimah derinleştikçe
derinleşti, kendine sustukça yine tefekkür etti, son zamanlarda yaşadıklarını.
Az önce dinlediği sözler değişmiş ses “ Bir ay doğar ilk akşamdan geceden” türküsüne
yer vermişti. Yaşadığı her şey sırasına göre yaşandı ve geçti ki taşlarını
zamanla toplamıştı. Şimdi ellerinde şekillenmiş taşlar, birbirine sımsıkı
sıralanan tespihler haline gelmişti. O kadar şaşkındı ki bu tespihe rengi,
kokusu, taşların ince detaylarla sıralanması her şey ama her şey Mihrimah’ı çok
etkiledi.
Tespihine
hayretle yeniden baktı ve eklenen imâme taşından sonra onun rengine ve
doğallığına bir kez daha muhabbet/minnet ederek baktı. Onun yıllar önce
oynadığı taşları, tespih ustası ne yaptı da hangi ara değiştirmişti ve Mihrimah
bunu tespih atölyesinde nasıl göremedi? Elindeki bu tespih Dürre-i beyzâ idi. Tam
doksan dokuz tane Dürre-i Beyza, ipi görünmez bir şekilde birbirine sımsıkı
değecek şekilde sıralanmış. Mihrimah o kadar şaşkındı ki şimdi doksan dokuz turkuaz
taşının hepsini kaybetmiş ve onların yerinde Dürre-i beyzâ vardı.
Tespih
ustası, bu Dürre-i beyzâ tespihi küçük bir çantanın içinde Mihrimaha verirken,
Mihrimah da taşları alırken ona şunu demişti…
“Taşlarını
çok sevmiş olabilirsin ama onların da yenilenmeye ihtiyacı var ve tespihler her
zaman imâmeli doksan dokuz sıralı olur!”
Mihrimah
elindeki tespihi kimseler görmesin diye kadife kesesine bıraktı, kesenin
ucundaki altın sarısı simli iple kadife kesesini bağlayıp çantasına koydu.
Kulağından kalbine inen türküyü tekrar tekrar dinleyerek eve gitmek için
otobüse bindi. Bu sefer camdan hikayeleri yoktu ama taşları dağıtıp toplayana
kadar geçen zamanı ve hemen hemen her şey dinlediği türkünün sazının telinde
saklıydı. Her insanın bir türküsü, bir şiiri, bir şarkısı vardı ve toprak
altında yatan tüm bedenler bu dünyada var olmuştu. O ana kadar yaşadıklarını sadece
kendisi yaşamış gibi düşünürken şimdi kendini küçücük bir nokta gibi gördü,
utandı kendinden. Turkuaz taşlarının hepsini bugün kaybettiği halde ona yine
şükretti, Dürre-i beyzâ tespihini almasına sebep olduğu için…
“Yoktan vâr
eden yârin adıyla!”…
Kaleminize sağlık hocam.
YanıtlaSil